© Alevi Ocağı

ALEVİLERİN TEK TEMSİL KURUMU OCAKLARDIR (1)

ALEVİLERİN TEK TEMSİL KURUMU OCAKLARDIR (1)

ALİ RIZA ÖZKAN yazdı... Alevilerin yok sayılması, artık sürdürülebilecek bir sınırı çoktan aştı. Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, uzun süre ülke içindeki toplumsal farklılıkları iktidar matematiğinde istismar etmekten çekinmediler. Sünni köyün yolunun asfaltlanıp, Alevi köyünün yolunun toprak bırakılması... Alevi köyüne cami yapıp, üstüne de imam atanması... Alevi köylerinin devlet desteklerinden mahrum bırakılması... gibi benzeri girişimler, Sünni seçmenin gururunu okşadı. Bunu yapan partiyi sahiplendi, bağlandı. Aleviler yüksek yönetim katlarında “milli güvenlik sorunu” olarak tanımlandığında kimse itiraz etmedi. ABD, NATO konsepti içerisinde SSCB’yi kuşatma operasyonu planlarken, her ülkede toplum analizleri yaptı. Türkiye’de ise, en büyük ikinci inanç grubu olarak Aleviler bu konsepti zaafa uğratabilirdi. ABD planlarına göre, SSCB Türkiye’yi işgal ettiğinde, Aleviler onları destekleyebilirdi! Bu konsept çerçevesinde, 70’li yıllarda Alevileri sindirmek amaçlı katliamlar yapıldı. Maraş, Çorum, Sivas, Malatya, Elazığ gibi illerimizde düzenlenen katliamların ve Alevilerin toplam nüfusa oranı daha az olan Yozgat, Erzincan, Kayseri, Erzurum, Ardahan, Adıyaman gibi illerimizde yürütülen sistematik baskıların arkasındaki “akıl”, ABD’nin SSCB’yi kuşatma planında “alan temizliği” yapmaktır. 1991’de SSCB’nin dağılması, tüm bu konsepti geçersiz kıldı. Alevilerin suçsuz yere hedef alınması, katliama uğraması ile ilgili olarak tek bir sorumlu dahi cezalandırılmadı! Ancak, süreç içerisinde Alevi-Sünni mezhep tartışması üzerinden Sünni kitlelerin oy tercihinin istismar edilmesi imkanı da büyük ölçüde ortadan kalktı. Tersine, özellikle de, Fethullahçı teröristlerin 15 Temmuz 2016’da düzenlenen hain darbe girişimi sonrasında, toplumsal birliğin devletin varoluşunun temel taşı olduğu anlaşıldı. Siyasetçilerin mezhepsel ve sair toplumsal farklılıkları istismar ederek koltuklarını elde tutabildikleri ancak, toplumsal konsensüsü bozarak devletin bizzat kendi varlığına kastettikleri daha net olarak anlaşıldı. Siyasetçinin kazancı, aslında devletin ödediği bir bedeldi! Dolayısıyla, istismarcı siyasetçinin yönetiminde ayrımcılık yapmakla suçlanan “devlet”, toplumu birleştiren rol oynaması gerektiğini kavramış oldu. ALEVİLER TÜRKİYE’NİN AYRILMAZ BİR PARÇASIDIR Esasen, Cumhuriyet’i kuran kadro, Evkaf Vekaleti’ni Diyanet İşleri Başkanlığı kurumuna dönüştürürken mezhepsiz bir İslâm olabileceğini hayâl ediyordu. Bu fikrin ütopya olduğu anlaşıldığında, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün Alevileri de temsil edecek bir devlet teşkilatı kurulması için girişimde bulunduğunu biliyoruz. 1936’da, Atatürk’ün İzmir gezisinde, Denizli eski mebusu Bektaşi babası Hüseyin Mazlum Baba’nın oğlu Mümtaz Bababalım’a “Bektaşilik kurumlarını yeni koşullara ve günün gereksinimlerine göre, yeni bir tüzük ile yapılandırarak canlandırılması” talimatı verdiğini Baki Öz’den öğreniyoruz. Ancak, bu girişim hem günün koşulları ve hem de Atatürk’ün ilerleyen hastalığı nedeniyle görev emrini takip edememesinden gerçekleşemiyor. Öte yandan, Hacı Bektaş Dergâhı’nı “müze statüsünde” açılması emrini vererek, bugüne kadar gelen Hacı Bektaş Velî anma etkinliklerinin gerçekleşmesini sağlayan 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in talimatıyla ve Anayasa Komisyonu Başkanı Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar’ın gözetiminde, 1963 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Mezhepler Dairesi” kurulması için hazırlanan yasa tasarısı ise, sağcı politikacıların din istismarını oy devşirme alanı olarak fazlasıyla sevdiklerinden olsa gerek, kadük bırakıldı. Böylece, Alevi inançlı toplumun devlet idaresine entegre edilerek, Cumhuriyet rejiminde her özgür yurttaşın kullandığı haklardan olan ibadet hakkını yerine getirmesinin hukuksal zemini, bilerek-isteyerek boşlukta bırakıldı. Hatta, kim yörelerde mülki amirler daha da ileri giderek, Alevi ibadetlerine tarikat toplantısı muamelesi yaparak, kovuşturma bile açtı. Köyün girişinde “jandarma gözlemek” Alevi köylerinde cem ibadetinin bir parçası haline geldi. Tüm bu ayrımcı uygulamalara rağmen, Alevi inanç toplumu barışçı ve hukukun üstünlüğüne uyma tutumunu değiştirmedi. Bugün, Alevilerin sorunları ve çözümleri konusunda ifade edilecek her görüş, Alevilerin onlarca yıla uzanan bu dirayetli ve sabırlı tutumunu dikkate almak ve değerlendirmek zorundadır. ALEVİLERİN SORUNLARINA ÇÖZÜM ARAMAYAN TÜRKİYE’Yİ YÖNETEMEZ Geldiğimiz noktada, tüm toplumsal kesimlerin ittifak halinde, Alevilerin yasal statüsü konusunu ciddiye alması ve çözüm öneriler tartışması sevindiricidir. Yok sayılmaktan, var sayılmaya ilerleyen bu değişimi takdir etmek gerekir. Ancak, Alevi inanç toplumunun özelliklerini ve hassasiyetlerini dikkate almayan önerilerin ve/veya düzenlemelerin de yapıcı olmaktan çok yıkıcı olacağı konusunda uyarımı yapmak istiyorum. Bilindiği gibi, Alevilerin yüzlerce yıllık ve yerleşmiş “örgütlenme geleneği” ocaklardır. Ocak, Türklerin İslâm öncesinde yarattıkları, aile, kan bağı, klan, tribal örgütlenmelerden farklı ve onları aşan bir örgütlenme yöntemidir. Bu bakımdan ayrı bir sosyolojik inceleme konusudur. Ancak, biz konumuza devam edelim. İslâm’ı benimseyen Türk toplulukları içerisinde ocak sistemini devam ettiren Aleviler, tekkeleri kısa sürede ocaklara dönüştürdüler. 1077’de Kaşgar’da ölen ve orada türbesi bulunan büyük Türk bilgini Yusuf Has Hacib, Türkler arasındaki Ehl-i Beyt sevgisini, “Kutadgu Bilig” adlı eserinde şu şekilde ifade eder: “Hizmetkârlardan başka ve Bey’in adamları dışında, münâsebette bulunacağın kimselerden bazıları, Peygamber’in neslidir. Bunlara hürmet edersen, devlet ve saâdete kavuşursun. Bunları pek çok ve gönülden sev; iyi bak ve yardımda bulun. Bunlar, Ehl-i Beyt’tir. Peygamber’in uğurudur. Ey kardeş! Sen de onları, Sevgili Peygamber hakkı için sev.” Bilindiği gibi, eser, 1079 yılında, Kaşgar’da hüküm süren Karahanlı hakanı Buğra Han’a, “yönetimde faydalı olması” amacıyla takdim edilmiştir. Daha 7. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Ehl-i Beyt evlatlarının Emevi (ve sonrasında Abbasi) zulmünden kaçıp, başta Horasan olmak üzere, Türk illerinde can güvenliği içerisinde birlikte yaşadıklarını ve evlilikleri yaptıklarını da düşünerek, ocakların İslâm’ı benimseyen Türkler arasında dini kurumlara dönüştürülmesini açıklayabiliriz. Dolayısıyla, Alevilerin hukuksal varlığı bugün çağdaş normlarda teminat altına alınacaksa, bu ancak ocak örgütlenmesini gözeterek mümkün olabileceğini de tartışmasız kabul etmek gerekir. AK Parti hükümetinin son dönemde Alevileri yasal statüsüne ilişkin arayışlarını da, bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Pek çok kaynaktan aldığım bilgiye göre, Anadolu’nun farklı yerlerinde, yetkililerle görüşen Alevi dedeleri bu noktaya dikkati çektiler. Ocak yapılanmasının dikkate alınmayacağı bir statünün fayda değil, zarar getireceğini vurguladılar. Ancak, ne yazık ki, bu tavsiye hem iktidar tarafından değerlendirilmedi ve hem de kimi Alevi tabelalı örgütler, kendilerinin muhatap alınmalarını sağlamak gayesiyle, ocaklardan söz etmemeyi yeğlediler. Cumhurbaşkanlığı, DİB, İçişleri Bakanlığı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında yaşanan gelgitler sonucu “top” Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın kucağında kaldı! Elbette, Vakfılar Genel Müdürlüğü’nün de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olması nedeniyle, Alevi dergâhları kadim vakfiye anlayışı ile ele alınarak bu çatı altında yasal düzenleme de bir seçenektir. Ancak, şimdiye kadar edindiğimiz bilgiler, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Alevi dergâhları çerçevesinde konuya yaklaşmaktan hayli uzak olduğu yönündedir. Esasen, “sorun”un Türkiye Cumhuriyeti devletinin din işlerini yeniden düzenleme sorunu olduğunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekir. Mezhepçi siyaset arenasından uzaklaştıkça ve Türkiye’yi hepimizin ortak evi olarak düşündükçe, yaklaşacağımıza inandığım devlet anlayışı içerisinde tüm inançların yasal çatı altında organizasyonunu mümkün kılan bir yol izlenmesi gerekir. Böyle yapıldığı takdirde, tüm dinlerin ve içerisindeki farklılıkların hem yasal statü sorunu çözülür ve hem de vatandaşlık bağı güçlendirilmiş olur. Ama, sadece Alevileri ve sadece kısa zamanda sonuç almaya yönelik girişimler “sorun”u çözmediği gibi, uzun vadede toplumsal barışa da katkı koymayacak ve hatta zarara uğratacaktır.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER