ALEVİLİK KENDİ BAŞINA ÖZGÜN BİR İNANÇ MIDIR?
OCAKLAR
ALEVİLİK KENDİ BAŞINA ÖZGÜN BİR İNANÇ MIDIR?
ALİ RIZA ÖZKAN yazdı…
Bilimciler ongunculuk da denilen totemciliği insanlık tarihinin ilk dini olarak kabul ediyor. İlk önce Kuzey Amerika’da Kızılderililer arasında tespit edilen ongunculuk Avustralya, Afrika, Güney Amerika’da ilkel kabilelerin yaşadığı pek çok topluluk arasında da görüldü.
Ardından, ongunculuğun sonra gelen inançları ne derece etkilediği sorusu bilimcileri epey bir zaman meşgul etti. Benim bilebildiğim kadarıyla, ilk kez İskoç antropolog John MacLennan Kızılderili Algonkin kabilesi arasında yaptığı gözlemleri sonradan Antik Çağ dinleri ile karşılaştırdı. Yine bir İskoç Oryantalist olan William Robertson Smith ise, ongunculuk ile Sâmi dinler arasındaki yakınlıklar/benzerliklere dikkatleri çekiyordu.
Dinleri insanlığın gelişmesine bağlı olarak birbirinin izlerini takip eden bir medeniyet tasavvuru olarak tanımlamaya ilk yaklaşan bilimcinin Sir James-George Frazer olduğunu söyleyebiliriz. Kendisinden önceki araştırmaların ortaya çıkardığı bulguları sistematik bir disipline sokan ise, Fransız sosyolog Emile Durkheim oldu. Durkheim ile birlikte bilim dünyası dinlerarası ilişkiyi insanlığın gelişimi içerisinde geçişgen farklı duraklar olarak kabul etti.
Durkheim “Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri” adını verdiği ve alanında çığır açan eserinde şu kışkırtıcı soruyu sordu: “Avustralya kabilelerinin kaba kültlerinin, mesela Hıristiyanlığı anlamak için yardım edebileceklerini kabul etmek, Hıristiyanlığın aynı zihniyetten, bir başka ifadeyle aynı hurafelerden oluştuğunu ve aynı hatalara dayandığını kabul etmek olmaz mı?”
“Her şeyden önce modern dinleri, tedricen şekillendikleri tarzı tarihsel olarak izlemedikçe onları anlayamayız.” vurgusunu yapan Durkheim, ekliyordu: “Biyolojik evrim, tek hücreli organizmaların varlığının keşfedildiği andan itibaren bütünüyle farklı bir şekilde tasavvur edilmeye başlandı. Aynı şekilde, dini evrimin başlangıcına ruhçuluk (animizm), tabiatçılık (natürizm) ya da başka bir dini biçim konulursa, o zaman hususi dini olgular farklı şekilde açıklanırlar.”
Anlıyoruz ki, Durkheim dinlerin birbirini etkileyerek geliştiğini, aynen evrimsel gelişme gibi, kendi içinde yetkinleşerek dönüştüğünü öne sürüyordu. 20. Yüzyılın başında sosyoloji ve antropoloji alanında devrim sayılacak bu yaklaşım sosyal bilimlerde çığır açtı.
Bunları neden anlatıyorum?
Bir süre önce, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Başkanı Hüseyin Mat’ın sosyal medya hesabında yayınladığı bir açıklamaya denk geldim. Sayın Mat, “Alevilik kendine özgü bir inançtır”, diye yazmış. Bu tezi ilk dillendiren Nejat Birdoğan olmuştu. Birdoğan da, Alevilik’ten söz ederken “başlı başına … bağımsız bir dinle karşı karşıyayız” diyordu!
Peki, Aleviliği İslâm dışında bir yerde tanımlamak isteyenler Birdoğan’dan bugüne, bu iddialarını nasıl temellendirdiler, dersiniz? İsterseniz, yine Birdoğan’a başvuralım, çünkü bugüne kadar bu kesimin gerekçeleri hiç değişmedi.
Nejat Birdoğan, kendisine yönelen tepkilere cevap vermek amacıyla yazdığı ‘Anadolu Aleviliği’nde Yol Ayrımı’ (1995) adlı eserinde şöyle diyor: “Bir yandan “hulûl, sudur, dem, cem, insan kıblesi, samah, deyiş, müzik” diye mangalda kül bırakmayan bu kişilerin bu sözcüklerin İslamlıkta yer almasının olası olmadığını göremeyişlerine şaşırmamak elde değildi.”
Birdoğan’ın polemik konusu yaptığı diğer bir gerekçelendirme yöntemi ise, aynı kitapta şöyle yer alıyor: “İslam olmanın koşulları bellidir. Bu koşullar, iki bölümde ele alınır. Birincisi, biçimle ilgili koşullardır ki “oruç, namaz, Hac, zekât ve tanıklık sözcükleri” olarak adlandırılmaktadır. İkinci koşullar ise inanma ile ilgili koşullardır ki “Allaha, meleklere Peygambere, Kur’an’a, Son güne ve kaza ile kadere” inanmadır.”
Aleviliği İslâm dışı göstermek isteyenlerin gerekçeleri Nejat Birdoğan’ın formüle ettiği şekilde; 1) Alevilikte olan ritüeller İslâm’da yok,
2) İslâm olma koşulları da Alevilikte yok,
şeklinde özetlenebilir.
Bu tezin savunucuları, tezlerini temellendirmek üzere, din sosyolojisi/antropolojisi disiplini çerçevesinde, bugüne kadar bilimsel bir eser ortaya koyamadılar. Bugün itibarıyla, tam 26 yıldır Nejat Birdoğan’ın ortaya attığı polemik maddelerini tekrarlayıp duruyorlar.
Alevilik üzerine herhangi bir tartışma söz konusu olduğunda başvurulması gereken ilk kaynaklar elbette, bu “yol”un lider şahsiyetleri olmalıdır.
O halde, Aleviliğin “Serçeşme”si Hünkâr Hacı Bektaş Velî’ye, ardından “erkân kurucu” olarak Şah İsmail Hataî’ye ve daha sonra da Fuzulî, Yeminî, Viranî, Nesimî, Pîr Sultan Abdal ve Kul Himmet’e başvurup, onların Alevilik hakkında görüşleri ile Birdoğan’ın iddialarını karşılaştıralım.
Ama, öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Yaşarken kendisine de söylediğim gibi, Nejat Birdoğan Alevilik ile İslâm arasında farklılık bulmaya çalışırken dinin temel unsurlarını gözetmiyor.
O nedenle, öncelikle temel konulardan başlayalım ve soralım. Acaba, Alevilerin kitabı ile İslâm’ın kutsal kitabı farklı mıdır?
İslâm’ın kutsal kitabı Kur’an’dır. Bunu hepimiz biliyoruz. Peki, Aleviliğin kutsal kitabı var mıdır, varsa hangisidir? Bu soruyu kime sormalıyız?
Hünkar Hacı Bektaş Velî’nin sözlerinin derlendiği Makalat adlı eserde, müridlerine tavsiyelerin neredeyse hepsi, mutlaka Kur’an’ın bir ayeti ile desteklenir. Gösterilen her ayet, Hünkar’ın önerisi ile örtüşür.
Örnek verelim:
“Yüce Tanrı iki deniz yarattı:
Biri nurdan bir zulumattan ve bu iki denizin arasında bir ara perde çekti ki birbiriyle karışmaları mümkün olmasın. Su ve yağ gibi ki bir kandilde olsalar karışmazlar. Nebiler veliler ve takva ehli ve seçkin insanlar nur deryasından medet alırlar; müşrikler ve şeytanlar, kötü ruhların mededi zulumat deryasından gelir ki karışmazlar.
Kur’an’dan olan bu ispatla:
“Tanrı’nın emriyle iki deniz birbirine kavuşur ama karışmazlar.” (Rahman Suresi, 19. Ayet)”
(Makâlat-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Çeviren: Şahram Bahadori Karacı, Can Yayınları, 2007. Sayfa: 55-56)
Abdülbaki Gölpınarlı’nın yayına hazırladığı Vilayet-Name de “Tanrıya hamd ü senâ, Muhammed Peygamberle soyuna salât ü selâm” ile başlar. Buradan, sözü edilen tanrının Kur’an’daki Allah, peygamberin de Kur’an’ı insanlara ulaştırmakla görevli Muhammed olduğu anlaşılıyor. Keza, Vilayet-Name önce Hacı Bektaş Velî’nin Ehlibeyt soyundan olduğu, yani seyyid olduğunu açıklar. Bu da demektir ki, Hz. Muhammed’in soyundan gelmektedir.
Yine, çağdaş bir örnek vermek gerekirse, A. Celâlettin ULUSOY’un 1989’da kendi basımı olan, ‘Hünkâr Hacı Bektaş Velî ve Alevî-Bektaşî Yolu’ adlı eserinde de Aleviler şöyle tanımlanmaktadır:
“Ülkemizdeki Alevî - Bektaşîlerden başka Balkan ülkelerinde yaşayan Müslüman halkın büyük çoğunluğu da dinî inanç ve yol bakımından Hacı Bektaş Velî’ye bağlı bulunmaktadır.”
Birinci elden bu anlatımlara bakarak, Alevilerin kitabının da Kur’an, peygamberinin ise Hz. Muhammed olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Hünkâr Hacı Bektaş Velî ve soyunu temsil edenler, kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde kendilerini İslâm’a bağlı, yani Müslüman olarak açıklamakta ve inançlarını ise Kur’an ayetlerine dayandırmaktadırlar.
O halde, Hacı Bektaş Velî’nin takipçileri için de bu konuda herhangi bir şüphe yaratacak tartışma olmaması gerekir.
“Yağan yağmur içün esen yel içün
Dergâhına varan doğru yol içün
Urum’daki Hacı Bektaş Vel- içün
Hatâ ettim günâhımı bağışla” diyerek Hacı Bektaş Velî’ye bağlılığını bildiren Şah İsmail Hataî için durum farklı mıdır? Hayır.
Bakalım, Şah Hataî nasıl tarif ediyor?
“Muhabbettir Lâilâhe illâllah
Muhabbettir Muhammed Resûlullah
Muhabbettir Aliy-yi veliyyullah
Üçü de ma’nâda birdir muhabbet”
Buradan şunu anlıyoruz ki, Aleviliğin Serçeşmesi Hünkâr Hacı Bektaş Velî ve erkân kurucusu Şah İsmail Hataî tartışmasız bir biçimde Allah’ın kitabı Kur’an ve peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’ya ve O’nun velayetini bıraktığı Hz. Ali’ye bağlıdırlar.
O halde, neden Alevilik “kendine özgü” bir inançtır, diyor, Sayın Hüseyin Mat?
Acaba, onun Aleviliği ile Hacı Bektaş Velî’nin ve Şah İsmail Hataî’nin Aleviliği aynı Alevilik değil mi?
Bunu açıklamak kendisine düşer.
Ama bizim Alevilik yolumuzun Hacı Bektaş Velî’nin ve Şah İsmail Hataî’nin Alevilik yolu olduğu kesindir.