ALEVİ’NİN ALEVİ’YLE SAVAŞI: ÇALDIRAN
OCAKLAR
ALEVİ’NİN ALEVİ’YLE SAVAŞI: ÇALDIRAN
ZEYNEL COŞAR yazdı…
Çaldıran savaşı Türk Harp Tarihi’nde askeri ve siyasi olarak çok önemli bir yere sahiptir. Savaş meydanında karşı karşıya gelen her iki ordunun mensupları, Türkmen halkındandı ve aynı aşiretlerin veya akraba obalarının çocuklarıydılar. Bir anlamda daha önce Ankara savaşı ve Otlukbeli savaşı gibi büyük savaşlarda olduğu gibi Türk’ün Türk’le savaşıydı. Ama bir başka yönüyle de esas olarak Alevi’nin, Alevi’yle savaşıdır da. Şah İsmail’in ordusu zaten devrin her iki tarafının tarihçilerince “Kızılbaş ordusu” olarak adlandırıldı ve öyle yazıldı. Safevi Ordusunu anladık, Alevi yani Kızılbaş ordusuydu. Ya Osmanlı ordusu? Osmanlı ordusunun da saflarında ki askerlerin çoğunluğunu Aleviler oluşuyordu. Bir anlamda acımasız savaşa “Alevi’nin Alevi’yle savaşı” demek gerçek dışı bir deyim olamaz.
Çaldıran’daki kardeş kavgasını Şah İsmail istemedi ve kavgayı da çıkartmadı. Bu savaş Yavuz’un planladığı bir savaştı. Onun için akan kanın, yakılan canların ve savaş sırasında ve sonrasında yaşanan tüm acıların sorumlusu Yavuz’du. Bu gerçeği, Çaldıran savaşı sonrası Tebriz’e giden ve “Bu kış burada kalacağım” planını açıklayan Yavuz’a itiraz edip Amasya’ya gelmesine sebep olan Yeniçeri komutanlarının yazdığı raporda “Hiç yok yere 45 bin kişiyi Anadolu’da, 20 kişiyi de Çaldıran ovasında kestirdin” demişlerdir.
Çaldıran savaşını bulabildiğim kadarıyla Safevi kaynaklarında, hem de Osmanlı kaynaklarında olabildiğince ayrıntılı olarak “Höbek Kurultayından Safevi Devletine-ŞAH İSMAİL” kitabımda anlattım. Bu dergi sayfalarında sıkıcı olmamak kaydıyla şu soruları cevaplamak istiyorum: 23 Ağustos 1514 günü yapılan savaşın öncesinde, sırasında ve sonrasında Aleviler açısında neler oldu? Onların en dikkate değer yanlarını kısa kısa anlatacağım.
OSMANLI KARARGÂHI’NDA Kİ SAVAŞ TARTIŞMASI: “ASKERLERİMİZİN ÇOĞU ALEVİDİR.”
Osmanlı ordusu Çaldıran’a yaklaştığında Safevi öncülerinin sık sık müdahalesiyle karşılaşınca Şah İsmail’in artık yakında olduğu ve Çaldıran ovasında savaşın gerçekleşeceği kesinleşmiş gibiydi. Akçay vadisinde geçip çevredeki tepelere yerleşen Osmanlı birlikleri 22 Ağustos Salı gecesi sahaya yerleşme faaliyetleriyle uğraşırken bir yandan da Safevi öncüleriyle sık sık yapılan çatışmalarla gergin ve uykusuz geçirmişti. Salı akşamına doğru mevcut durumu tartışmak için Yavuz Sultan Selim devlet yönetimini otağında savaş meclisini toplantıya çağırır. Yapılan tartışmada Osmanlı komutanları ve yöneticilerinin tamamı “Askerin yorgun olduğunu, bu haliyle yarın savaşa girilmemesini, bir veya iki gün savunma durumu alarak dinlendikten sonra savaşa girişilmesini” savunmuşlardı. O toplantıda sadece bir kişi Defterdar Piri Mehmed Çelebi tek başına bu fikre karşı çıkarak ertesi gün derhal savaşa girişilmesini savunmuştu. Tüm komutanlarını sakin şekilde dinleyen Yavuz Selim en son kalan bir kişiye döner ve sorar. İşte Karamanlı büyük bir ihtimalle kendisinde dede ve babalarının da Alevi olduğu Piri Mehmed’de Çaldıran savaşının kaderini etkileyen bir öneride bulunur. Der ki “Askerlerimizin çoğunluğu Alevidir. Ankara savaşı gibi oluruz, Dinlenmeden derhal savaşa girelim”
Konu kaynaklarda şöyle anlatılır: “…Başdefterdar Piri Çelebi’ye Padişah, “Sen ne dersin diye sorduğu vakit o “Hemen durmayub ve göz açtırmayub duruşulmak ve and’unun gözü öğrenib alışmadan heman uruşulmak(vuruşmak) gerekir. Zira ki askerlerin Mihallı taifesi ve sayrire Kızılbaş’a muhibb olup anların mezhebinde olanlar bu gece Şah casusları iğvasiyle (kandırılma, yolu şaşırma) caizdir ki öteye gitmek ihtiman ola (ihtimal) veyahut cenge el uciyle yapışalar, can ve gönülden ceng itmeyeler, dahi askere fütur gele (gevşeklik-bezginlik) ve andan sonra adunun üzerine Allah, Allah deyüb yürüyüb, göz açtırmayub, tokunmakta çok hal vardır.” Didikte Sultan Selim Han, “ İşte askerin içinde bir müdebbir ehl-i rey âdem var imiş. Hayıfdur ki bu kimse vezir olmaya cengten sonra piri Paşa’yı vezir eyledi.( Bak. Hüseyin bin Cafer. vrk. 114. a)
Bu sebeple Osmanlı Ordusu 22 Ağustos günü gecesi hazırlıklarını bitirerek sabaha karşı savaşa girecek duruma gelmişti. Esasen iki ordugâh arasındaki mesafe beş altı kilometreyi geçmediği için iki taraf gerekli ihtiyat tedbirlerini almış ve ileri karakollar arasında bütün gece boyunca çatışmalar vuku bulmuştu.” (Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, s.53) Piri Mehmed Çelebi, Türkmen Alevi toplumunun Osmanlı ordusu içinde de kalabalık olduğunu biliyordu. Bir kaç gün beklendiği zaman, iki ordunun safında bulunan akrabalar birbirini tanıyacak ve savaşın kaderini değiştirecek girişimlerde bulabileceklerdi. Karaman ve Dulkadir, Rum eyaletlerindeki Alevi Türkmenlerden başka Malkoçoğlu, Mihailoğlu gibi Alevi-Bektaşi olan beylerdi. Yüz yıllardır Balkanların akıncı beyleri oldukları için devletin çağrısına uyarak ellerindeki tımarlardan vazgeçmediler. Onların birçoğu padişah emrine uyarak, Balkanlardaki köy ve kasabalarda yaşayan Alevi ve Bektaşi zümrelerini toparlayarak, kılıcını kuşanıp atına atlayarak Yavuz Selim’le birlikte yollara düşüp Çaldıran’a gelmişlerdir. Fakat Rumeli tarafından savaşa katılmayan bazı küçük guruplarda vardır. Bu konuyu S. Tansel Topkapı arşivinden 3192 nolu bir belgeye dayanarak dile getirir. “…Bundan başka Anadolu’da gittikçe artan Rafiziler, Rumeli’deki Şeyh Bedrettin taraftarları ile de fikir birliği halinde idiler. Çünkü Rumeli’deki sipahiler Kızılbaş seferi için davet edildikleri vakit “kimi tımardan feragat etmiş ve kimisi kılıcı mühürleyip gitmişlerdir. Tımar hatırı için ere kılıç çekmeyiz, demektedirler.” (S.Tansel, Yavuz Sultan Selim,s. 27 )
Osmanlı Ordusunun öncü kuvveti komutanı, Balkanların ünlü akıncısı Mihailoğlu Ali Bey, Safevi ordusunun öncü birliği Korçibaşı (Şah İsmail’in koruması) Saru Pire Ustacalu’dur. Her iki komutan ve en seçkin süvarileri de Alevi’dir. Şah İsmail’in öncü komutanı Sarı Pire bu çatışmadan öldürülür. Bu durumu gören Şah İsmail “Sarı Pire’nin şehit düştüğü yerde bana durmak yaraşmaz” diyerek atını getirttirir. Zırhını giyerek Osmanlı ordusunun sol kanadına saldırının başına geçer. Alevilerin Piri Şah İsmail’i, Alevilerin Balkanlardaki akıncısı Malkoçoğlu Ali Bey karşılar.
Ünlü Safevi tarihçisi Hasan Rumlu, her iki ordunun öncüler komutanları olan iki Alevi komutan ve Alevi askerlerinin öncü savaşını ve Safevi Şahı Şah İsmail’le, Osmanlı ordusunun ünlü Balkanlar Alevi akıncısı Malkoçoğlu Ali Bey’in vuruşmasını şöyle anlatır. “…İlk kez Ustacalu Saru Pire bir gurup öncü güçle düşman ordusuna saldırdı ve onların öncü güçlerinin gerilemesini sağladı. Fakat öncü güçlerinin başı Mihaloğlu, Sarı Pire’ye saldırdı ve onu geri çevirdi. Rumluların üstünlüğünü gören Hakan İskender Şah’ın kızgınlık ateşi alevlendi. Zorlamaları sonucu, sabah vaktinin gece kafesinde kırıldığı ve kılıçların korkusundan, güneş kılıcının karanlık kılıfından sakladığı yiğitler ile düşmana saldırdı. Bu sırada cesaret denizinin ejderhası Malkoçoğlu, o hazretin karşısına çıktı ve boş lakırdıyla dolu ağzıyla şöyle dedi…(.yiğitlik içerikli bir dörtlük söyler) Fakat elini ok ve kirmanına, kılıcın süngüsüne götürmeden Hakan İskender Şah’ın kafasına indirdiği kılıçla miğferi ve başı boynuna kadar ikiye bölündü. Düşmanlar yaşam boyu böyle bir üstünlük görmemişlerdi. Şaşırdılar, benzersiz korkuya kapılarak merkeze kaçtılar. Kızılbaş ordusunun sağ kanadı Rumluların sol kanadına saldırdı ve toz duman ile kargaşa ve bozgun göklere yükseldi.”(Hasan Rumlu, Ahsenü’t Tevarih s.180 )
Şah İsmail bir Alevi önderi olarak, elinde kılıçla en önde vuruşarak Osmanlı ordusunun, sol kanadını çökertir. Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa öldürülür. Alevi Bektaşi akıncısı Malkoçoğlu’nu ve kardeşi tur Ali Bey’i ve Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa olmak üzere, on kadar komutanını öldürür. Şah İsmail bizzat savaşarak Osmanlı sol kanadını çökertir. Canını kurtaranlar Yavuz’un tepedeki karargâhının olduğu Yavuz’u koruyan tüfekli Yeniçerilerin oluşturduğu koruma çemberine doğru kaçarlar. İşte “Aleviler kâfirdir, katli vaciptir” diye fetva veren, mollalarının ne kadar zalim, ne kadar insanlık dışı birer tavır içinde oldukları bir kere daha ortaya çıkmıştır. Şah İsmail hem iyi bir savaşçı hem de büyük bir şair olduğu için bu çatışma anını ve diğer başka olayları Çaldıran hakkında yazdığı 16 bentlik ünlü şiirinde şöyle anlatıyor. “Alay alay geldiler/Koşan koşan durdular/ İkinci gelen bir top/atıldı ana saldılar…2- Eskerler örülendi/ Çakmaklar kuruladı/Ol kafir Melhuçoğlu/Şah üstüne duruladı….3- Hey al kana al kana/ Kızıl kanlar çalkana/ Malhuçoğlu kılıç urdu/ Şahım aldı kalkana…4- Şah anda bindi ata/Yezitler döndü mata./Şah bir kılıç urdu ki /Kelleden indi ata …5- Melhuçoğlu attan düştü/Şah anda geriye kaçtı/ Beşyüz elli tüfekçi/ Şahın ardına düştü.” (Şah İsmail Hatai).
İşte o mollaların “kâfirdir, katli vaciptir” dediği Alevilerin on binlercesi, Osmanlı ordusunda en önemli yerlerde görev yapan savaşçılardı. “Bu kâfirlerin kestikleri pişirdikleri yenmez, bunlardan doğan veledi zinadır” diyen kara yobazlar, beş ay gece gündüz binlerce kilometre yolu o suçladığı Alevi evlatları olan akıncılarla ve piyadelerle birlikte İran’a doğru yol yürüdüler. Devletin göz bebeği birlikleri Bektaşi olan Yeniçerilerle yan yana değiller miydi? Osmanlı ordusunun en değme akıncıları Mihaloğulları, Malkoçoğulları ve Dulkadiroğulları ve eyaletlerden gelen tımarlı sipahi askerleri ile ordunun göz bebeği Yeniçeriler Alevi-Bektaşi değil miydi? Prof. Levent Kayapınar Hoca’nın Malkoçoğlu ve Mihailoğulları hakkında yazdıkları dikkate değer bilgilere göre, iki akıncı Beyi Balkanlarda başta Kızıldeli Ali Sultan Dergâhı olmak üzere yüzlerce Alevi-Bektaşi Dergâhının koruyucusu ve kollayıcısı Alevi akıncılarıydı. Bu Alevi akıncıların arkadaşları, akrabaları amcaları dayıları, köylüleri, obalarının insanlarının bir kısmı karşı taraftaki Safevi askerleriydi. Ne yazık ki tarih böyle bir hazin saflaşmaya sahne olmuştu. Başdefterdar Piri Mehmed Çelebi “ Bizimkilerin çoğu Alevidir, karşı tarafa geçerler” diyerek bir geçeğe parmak basmıştır. Bu tespit Osmanlı Ordusu bakımından son derece gerçekçi bir tavırdır. Evet, gerçekten Osmanlı Ordusunun çoğunluğu Alevilerden oluşmaktaydı. Ama neye yarar ki? O devirdeki iki büyük Türk devletin padişahları arasındaki, talihsiz siyasi çekişmeyi veya egemenlik kavgasını en kötü biçimde yöneterek savaşa vardırılması büyük bir yıkım olmuştur. Osmanlı’yı yıkan birçok sebep vardır. Ama en önemli sebeplerden birisi de Osmanlı Ordularının defalarca hiç yok yere Safevilere saldırıp boşuna, İran taraflarında güç ve kuvvet kaybetmeleridir. Siyasi bir olayı mezhepsel bir kıyam ideolojisine dönüştürerek, üstelik bu vahşeti yüz yıllarca devam ettirip beyinlere ve zihinlere kazıyarak, beş yüz yıldır bu topraklara kara zehri saçmışlardır. Mollalar verdikleri zehir zemberek fetvalarıyla, kendilerine bahşiş olarak sunulan kese kese altınları alıp kuşaklarının arasına soktular ve keyiflerine baktılar. Ama olan Türk milletine oldu. Ne yazık ki o akıl ve din dışı zehir, bugüne kadar bu topraklarda insanımızın huzurunu, birliğini, düzenini bozmuş ve milyonlarca insanımızın yalanlarla, iftiralarla ve kanlı katliamlara kurban gitmesine sebep olmuştur.
(Temel kaynak: Zeynel Coşar, “Höbek Kurultayından Safevi Devletine, ŞAH İSMAİL” kitabıdır)