© Alevi Ocağı

KAHRAMANLARINA SALDIRANLAR İHANET İÇİNDEDİRLER.

KAHRAMANLARINA SALDIRANLAR İHANET İÇİNDEDİRLER.

-Kazım Balaban / Viyana- İstanbul Yenikapı'da 29 Aralık 2 Ocak tarihleri arasında “Tunceli Tanıtım Günleri” adı altında bir etkinlik düzenlendi. Yöresel ürünlerin tanıtıldığı etkinliğe Tunceli Belediyesi tarafından bölgede tanınan bir çok kişinin resimlerinin bulunduğu “Dersim'in Değerleri” yazılı bir afiş asılıyor. Basında yer alan haberlere göre bu etkinliğe katılanların bir kısmı hazırlanan bu afişte bazı kişilerin resimlerinin yer almamasına ve istemedikleri bazı isimlerin de bulunması nedeniyle Tunceli Belediyesini eleştirmişler. Konu ile ilgili yer alan haberde konuşturulan bazı siyasetçiler ve bir yazarın eleştirel görüşlerine yer verilmiş. Söz konusu haberin yer aldığı link aşağıdadır. http://artigercek.com/haberler/dersim-in-degerleri-afisi-tartismasi-bugday-meydani-nda-idama-gidenler-neden-yok *** Baştan sona çelişkilerle dolu bu yorumların bir kısmını gözden geçirelim. Eleştiri konularından biri, afişte yer almayan bir takım isimler. Ancak ilginç olan bu isimlerin bir kısmı Dersim’li (Tunceli’yi de içine alan coğrafi bölge) değil. Dersim’e bir katkı veya faydaları olmamış. Örneğin ‘’Neden ismi yazılı değil?’’ diye eleştiri konusu olan kişilerden biri de halk arasında Baytar Nuri ismi ile tanınan eski bir veteriner Yüzbaşı. Bu adam 1921 yılı Koçgiri isyanını başlatan ekibin içinde yer alıyor. İsyan bastırılınca bu ekipten bir birkaç kişi ile beraber Dersim’e sığınıyor ve daha sonra Dersim olayları içinde aktif yer alıyor. Baytar Nuri, 1938’de Dersim olaylarının çok kanlı ve katliamla sonuçlanma sürecinde Suriye’ye kaçıp hayatının sonuna kadar orada yaşıyor. Ve orada Dersim olayları ile ilgili yazdığı kitaplarda bunu ‘’Kürt İsyanı’’ olarak ele alıp saptıran, olayları çarpıtan, bazı olayları abartan, kaleminden kin ve nefret dökülen bir kişidir. Geçmişi ile ilgili çok farklı iddialar, siyasal misyonu, izaha muhtaç bağlantıları olan bu kişinin yazdığı kitaplar içerik olarak ciddi çelişkiler içermesine rağmen Türkiye’de ki siyasal Kürt hareketi çevreleri onun kitaplarını referans alırlar. Tunceli Belediyesi’nin hazırladığı afişe eğer bir eleştiri yapılacak ise sadece devlete muhalif olan kesimin resimlerinin afişte yer almaması değil, Dersim’in ilk milletvekillerinden olan Diyap Ağa’nın resminin neden basılı olmadığı biçiminde olmalıydı. Ayrıca afişte resmini görmediğim ve TBMM’de yaptığı etkin politika nedeniyle kendisine "Tek kişilik Ordu" dediğim merhum Kamer Genç ile ilgili olmalıydı. Keza bölgede doğum yeri ismi ile tanınan ve Dersim coğrafyası dışından olan Başköylü Hasan Efendi’nin resminin neden bu afişte yer aldığı sorgulanabilirdi. Yorum yapanların ise ilginç bakış açıları var. Seyit Rıza’yı adeta bir halk kahramanı gibi görmenin ötesinde onu evliya düzeyine çıkaranların görüşlerinde düğümleniyor. Seyit Rıza’nın artı ve eksilerine bakmayı bir tarafa not ederek konu ile ilgili yorum yapanların çelişkilerine bakalım. *** Ayrıca Balaban aşireti reisi Gülağa’nın resminin bu afişte yer alması da eleştiriliyor ve onunla ile ilgili çok çarpık ve yanlış bakış açısı ile sorgulanması yer alıyor. İşin ilginç olanı ise eleştirenlerin görüşleri sıralanırken kronolojik tarih konusunda oldukça farklı tarihlere yer vermeleri yer alıyor. Gülağa’nın Ermeni kaynaklarında 1894-1896 yılları arasında Ermenilere karşı gerçekleştirilen katliamlarda yer aldığına ve onun 1915 tarihli Ermeni katliamlarında yer aldığı suçlamalarında bulunulmasıdır. Bu iddiaları dile getirenler yanlış üzerine yanlış fikir içerisindedirler. İfadelerde netlik yok. Hem tarihi olayları karıştırıyor, hem de saptırıyorlar. Buna değineceğiz. Ancak önce Gülağa’nın kim olduğuna bakalım. Gülağa, Balaban aşiretinin feodal dönem aşiret lideridir. Halk arasında Hıncoru denilen bir köyde doğmuş ve orada yaşamıştır. Hıncoru aslında ağırlıklı olarak bir Ermenilerin yaşadığı bir köydür. Ermenice ‘’Elmalı veya Elmacık’’ anlamına gelir. Erzincan’dan 42 km doğu mesafesindedir. Karayolu ile 30 km gidildikten sonra Avcılar (eski adı ile Kiştim) köyünden sola sapıldığında karayoluna 12 mesafededir. Adı tarihi kaynaklarda yer alan oldukça eski bir köydür. Bölgede bulunan en yüksek köylerden biridir. Balabanlılar bu köyden doğuya doğru adına Sansa Deresi (Balaban Deresi) denilen bir vadinin çevresine serpiştirilmiş köylerde yaşarlar. Balabanlıların bir kolu olan Ali’ler kolu ise bu vadinin karşı tarafında yer alan Tunceli / Pülümür’e bağlı birkaç köyde yaşarlar. Bir kısım Balabanlılar ise Tercan ile Çayırlı köylerinde yaşarlar. Ayrıca Erzurum / Hınıs köylerine giden ve oraya yerleşen birkaç aile de vardır. Son yıllarda Balabanlıların yaşadığı köyler göçler nedeniyle tamamen boşalmış veya çok az insanın yaşadığı yerler haline gelmişlerdir. Günümüzde bazı köy ve mezralarda sadece birkaç aile yaşamaktadır. Pülümür’e bağlı engebeli 3 köy dışında kendilerine ait hiç bir köy yoktur. Balabanlılar genelde mezra dediğimiz birkaç haneden oluşan yerleşim alanlarını tercih etmişlerdir. Gülağa’nın kendisine ait hiç bir köyü olmamıştır. Mal varlığı, birkaç köyde bulunan arazi ve mezralardan ibarettir. Balaban ileri gelenleri, arazileri birkaç aileye ait olan köylerde yakın akrabalar olarak ikamet ederlerdi. Balabanlıların eskiden çoğunluk oluşturduğu köylerin toplamı 10 köyü geçmez. Bunlar da genelde küçük köylerdir. Yaşadığı köylerin toplamı ise 20 civarındadır. Bir o kadar da mezraları vardı. Dolayısı ile Balabanlılara toprak ağası denilmesi mümkün değildir. Kendilerine ait mezralarda da ancak bir kaç aile barınma olanağı bulabilmiştir. Yaşamları Doğu Anadolu’da bulunan toprak ağalarının yaşam şekline hiç benzemez. Balaban aşireti 1850’lerden 1930’lara kadar Erzincan çevresinde çok etkin bir aşirettir. Sormak gerekir. Balaban aşiretinin bu gücü nereden geliyordu? Bu aşiretinin güçlü olmasının esasta 2 nedeni var. 1- Erzincan çevresinde yaşayanlar bilirler. Balabanlılar dini inanç ve geleneklerine çok bağlıdırlar. Bugün halen hayatta olan çok sayıda yaşlıdan da bizzat bunu duymuşumdur. Bunu ifade edenler içinde seyyitler oldukça fazladır. Bunu doğrulayacak çok sayıda örnekler biliyorum. 2- Balabanlıların devlet katında resmi hiç bir sıfatı yoktu. Örneğin bu bölgede halka zulüm eden toprak ağaları, derebeyi veya devlet nazarında resmi sıfatları olan mirelik, kaymakamlık, paşalık gibi vasıfları hiç yoktu. Ancak devleti temsil eden kesimlerin halk üzerinde yaptıkları baskı ve zulümden bunalan çok geniş bir çevre vardı ve bunlar Balaban ileri gelenlerine sığınıyor, onlara şikayetlerde bulunuyorlardı. Bundan dolayıdır ki Balaban Aşireti liderliğinin etrafında güçlü bir muhalefet toparlanmıştır. Halka zulüm yaptıkları için derebeyleri ile çok defalar bozuştuklarını çok yakınen biliyorum. *** Derebeyleri o dönem Balabanlılara sığınan kesimlere fazla zulüm yapamıyorlardı ve halk için bu durum önemli bir güvence (sığınak) oluşturuyordu. Balaban aşiret ileri gelenlerinin de zaman zaman halka zulüm ettikleri bir gerçektir ancak bu zulümün düzeyi diğer derebeyleri ve Osmanlı temsilcileri ile kıyaslanamazdı. Bütün bu özelliklerin yanında Balaban ileri gelenleri oldukça cömertlerdi. Sofraları halka açıktı. Gelen gidenleri çok olurdu. Halk arasında böyle insanlara cömertlik anlamına gelen ‘’Hanedan aile’’ denirdi. Bölgede misafirperver ve sözü geçen Alevi kadınlarına ‘’Hatun’’, erkeklerine de ‘’Ağa’’ denirdi. Bu deyim, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Ağaları için söylenen anlama gelmezdi. Genelde cömert, koruyucu, halk arasındaki sorunları toplantı yaparak çözme şeklinde olurdu. Bu tür insanlara ayrıca Cem / Cemaat adamı denirdi. Bu özellikler Balabanlıları, doğal olarak da aşiret lideri Gülağa’yı hem sözü dinlenilen bir kişi, hem de gayri resmi bir otorite haline getirmiştir. Osmanlı döneminde, adına Hicri takvimden dolayı 93 harbi denilen savaşın yaşandığı 1877 / 78 yıllarında topraklarının her yerinde milliyetçi akımlar dönemi başlamıştır. Avrupa ülkelerinin de destekleri ile Osmanlı toprakları olan Balkanlarda Sırp, Arnavut, Bulgar, Yunan, Romen, Makedon, gibi toplulukların isyanları güçlenmiştir. Anadolu’da da aynı dönemde buna paralel olarak Ermeni isyanları başlamıştı ve Çarlık Rusya’sı bu hareketleri destekliyordu. Bu isyanlar bazen canlanarak, bazen zayıflayarak sürüyordu. Hatta Ermeniler bizzat Padişahı 2. Abdülhamit'e karşı istanbul / Yıldız’da (21 Temmuz 1905) bir bombalı suikast bile düzenlemişlerdi. Patlamada Padişah kıl payı kurtulurken 26 kişi ölmüş, 50’den fazla kişi de yaralanmıştı. Ancak Osmanlı devleti çok uluslu devlet olduğundan devlet idaresinde de çok sayıda Ermeni yönetici bulunuyordu. 1900’lü yılların başında Osmanlı ordu idaresinde 20’den fazla Paşa bulunduğu gibi pek çok bakanlık da Ermeni kökenlilerden oluşuyordu. Osmanlı’da 1877’de ilk Meclis açıldığında Mebusların yarısından fazlası gayri müslimlerden oluşuyordu ve bunlar içinde en çok nüfusa sahip olanlar da Ermeni kökenli olanlardı. Bu süreç ve sonrasında Dış İşleri Bakanlığında 7 Büyükelçi ve 11 Konsolos görev yapıyordu. Ermenilerde okur yazarlık oranı müslüman olanlara nazaren daha fazla olduğunda eğitim alanında Proföserler de dahil çok sayıda eğitmen Ermeni kökenli idi. Nüfus memurlukları, Posta idaresi gibi okur yazarlık gerektiren yerlerde Ermeniler de memur olarak çalışıyordu. 1. Dünya Savaşına kadar Osmanlı devleti Ermenilere karşı esasta adli tedbirler dışında kapsamlı herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Osmanlı Devleti kurucuları her ne kadar Türk kökenlilerden oluşmuşsalar da Türklük Osmanlı idaresinde aşağılanan, hor görülen bir değerdi. Türklerin uluslaşma hareketi 1900’lu yılların başında çok cılızdı ve bu harekete önderlik edenler de çok ağır cezalara çarptırılmış, önderlerinin kimileri idam, kimileri de sürgün edilmişlerdi. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Hilafeti getirmesi ile Osmanlı’da giderek bir Arapçılık ve ümmetcilik anlayışı gelişmiştir. Bu anlayışı en çok yerleştirenlerin başında da 2. Abdülhamit gelmektedir. 1891’de Doğru ve Güneyde kurulması kararlaştırılan Hamidiye Alaylarının neredeyse tamamen Şafii inançlı Kürt Derebeylerinin aşiret alaylarından oluşuyordu. İçlerinde az sayıda Arap aşiretler de vardı. Kendi başına buyruk, doğru dürüst bir kontrol ve denetime tabi olmayan bu Alaylar halka resmen kan kusturmuşlardı. Bu alaylar her ne kadar sivil milis örgütlenmesi amacı ile oluşturulmuş ise de denetimsizlikten halkı soyar, vurur, öldürür, haraç alırlardı. Hedef kitleleri de esasta Alevi Türkmenlerdi. 1910’lu yıllara kadar etkin olan bu Alaylar toplam 360 Alevi köyünü haritadan silmiş, pek çoğunu öldürmüş, soymuş, talan etmiş, büyük bölümünü de baskı ile asimile ederek sünnileştirmiştir. Erzincan, Sivas ve Erzurum bölgesinde pek çok Alevi köyü sünnileştirilirken, Kürtlerin yoğun yaşadığı güney bölgelerinde ise Aleviler baskı ve asimile sonucu Kürtleşmişlerdir. Bugün bu coğrafyada kendilerini Kürt ve Alevi gören kesimlerin neredeyse tamamına yakını 130 sene önce Türk – Türkmen olan Alevilerdi. Bu Alaylar sadece Alevilere değil diğer yerli halka da zulm etmişlerdir. Örneğin Midyat bölgesinde yaşayan Asuri Hristiyanlar da bu katliamlardan nasibini almış, büyük bedel ödemişlerdi. Hamidiye Alayları elbette Ermeni halka karşı da hoyratlık yapmışlardır. Ancak Ermeni toplumu gerek Osmanlı bürokrasi içinde olan güçlü desteği ve gerekse başta Ruslar olmak üzere İngiliz ve diğer devletlerin baskısı ile fazla katl edilmemişlerdir. Hamidiye Alaylarının esas hedefi ve kurbanları Aleviler olduğundan en büyük bedeli de Alevi Türkmenler ödemiştir. Hamidiye Alayları içinde yer alan Alevi aşiretler yoktu. Bazı bölgelerde karışık unsurlardan Alaylar varsa da bunlar içinde zaten kendileri hedef olan Alevilerin yer alması, küçük istisnalar dışında olası değildir. 1896- 1910 arası gayri nizami olarak oluşturulan bu Şafii Kürt Hamidiye Alayları, arada bir bölgede Osmanlı yanında savaşa da girmişlerdir. Gerek Yemen savaşında ve gerekse Ruslara karşı da yer yer çatışmalar içinde yer almışlardır. 1910’da İttihat ve Terakki anlayışının Osmanlı’da iktidara gelmesi ile bu Alayların görevleri sona erdirilmiş, ancak estirdikleri terör ve yaydıkları korku halkın üzerinde uzunca bir dönem devam etmiştir. Bu durumda gerek Erzincan çevresinde ve gerekse Dersim coğrafyasında Balabanlıların veya aşireti reisi Gülağa’nın Hamidiye Alayları içinde yer alması doğru değildir. Bu durumda şu soruyu sormak gerekir. Uzun yıllardan bu yana Balaban aşireti ve Gülağa’ya sürekli itham ve iftiraların yapılması nedendir? Kimler, neden sürekli bu aşirete dönük ithamlarda bulunuyor? Bunun cevabı şuradadır. 1914- 15 kışında Osmanlı askerleri Allahu Ekber dağlarında donarak şehit olunca, Osmanlı devleti, Rus saldırısı karşısında karşısında savunmasız kalıyor. O zamanın güçlü devlet adamlarında Milli Savunma Bakanı Enver Paşa, Hacıbektaş ilçesine giderek Çelebi Ahmed Cemalettin Efendiden destek istemiştir. Erzincan’dan 35 km doğu istikametinde bulunan ve Gülağa’nın hemen köyünün yakınında olan Kiştim (Yeni adı ile Avcılar) köyünde bulunan ve adına Kiştim Marı denilen ziyarette Cemalettin Çelebi başkanlığında bir toplantı (Cem) yapılmış ve Alevi aşiretlerin Milis örgütlenmesi ile Osmanlı yanında savaşa katılması kararı alınmıştır. Ahmed Cemalettin Çelebi komutasında 1000 kişiden oluşan Bektaşi Mücahidin Alayı oluşturulmuş ve bu Alay, Enver Paşa’nın isteği üzerine Erzurum ve çevresinde Ruslarla çatışmalara girmiş, Rus ordusunun ilerlemesini önemli ölçüde yavaşlatmıştır. Ayrıca bölgede bulunan Alevi aşiretler kendi Milis Alaylarını oluşturmuş ve onlar da Ruslara karşı savaşmışlardır. Bu savaşta yer alan başlıca Aşiretler şunlardır. Kureyşanlı Şahhaydar’ın Milis Alayı, Çarekânlı Mustafa Beyin Milis güçleri, Şavalanlı İlyas Mehmet Ağa’nın Milis güçleri, Hınıslıların oluşturduğu Milis güçleri, Varto’lu Alevi Aşiretlerin ve özellikle Hormeklilerin Milis Alayı, Erzurum / Çat Alevilerinden oluşan Milis güçleri Dersim’li Seyit Rıza komutasında oluşan Milis güçleri. Ancak bir de Balabanlı Gülağa’nın komutasında oluşturulan bir Milis Alayı vardır ki bu çok önemlidir. Zira diğer aşiretlerin milis güçleri genelde kendi aşiretlerinden oluşuyordu. Ve bunlar esasta kendi köyleri ve çevrelerini savunuyorlardı. Ancak Gülağa başkanlığında oluşturulan Milis alayı, Erzincan, Kiği ve Pülümür çevrelerinde yaşayan 18 Alevi Aşiretten oluşan milis güçleri idi. Gülağa, diğer aşiretlerden farklı olarak bu aşiretleri biraraya getirerek 500 kişilik bir Milis alayı oluşturmuştu. Böylece diğer aşiretlere kıyasla daha geniş bir kuvvet oluşturmuş ve sadece kendi köylerini değil, bölge savunması yapmıştır. Bu güçbirliği sayesinde gerek malzeme tedariki ve gerekse bölge savunması çok daha güçlü yapılmıştır. Gülağa’nın bu güçlü alan savunması Dersim aşiretlerinden de destek görmüş ve başta Seyit Rıza olmak üzere, Dersim aşiretleri de Rus işgaline karşı güçlü alan savunması yapmışlardır. Özellikle bölgede stratejik öneme sahip Bağırpaşa Dağı, her taraftan güçlü şekilde savunulmuş ve 1916 Eylül ayında Erzincan’ı işgal eden ve Sivasa doğru ilerleyen Rus kuvvetleri Dersim’e girememişlerdi. Gülağa komutasındaki Milis alayı, Enver Paşa’nın yardımcılarından Miralay Kazım (Orbay) Paşa ve Vehip Paşa ile koordineli savunma yapıyor ve nerelerde mevzilenmeleri gerektiği konusunda bilgilendiriliyorlardı. Bir milis direnişinde sadece kendi köylerini değil, yörede yaşayan diğer aşiretleri de örgütleyerek ortak bir direniş hattı ile bölgeyi savunmak çok önemlidir ve Gülağa bunu başarmıştır. Bu başarı yurtseverleri onurlandırırken, işgalciler ve onların ülke içindeki hain işbirlikçileri tarafından büyük bir suç olarak görülmüştür. Bundan dolayı da Balaban aşireti çeşitli biçimlerde sürekli saldırıya uğramıştır. Bu saldırılar sık sık Gülağa’nın falanca yerde Ermenileri katlettiği, filanca yerde soygunlar yaptığı, falanca yerde halka zulüm ettiği şeklinde yapılan algı operasyonlarıdır. Bu saldırılar ile Gülağa veya Balabanlılar şahsında yurtseverliğe saldırılmaktadır. Bitmez tükenmez bu iftiraları çeşitli dergi ve yayınlarda görüp okuduğumuzda bunların doğru olmadığını, söylendiği gibi katliamın yapılmadığı yazılarak bu iddialar çürütülmesine rağmen sürekli yenileri gündeme gelmektedir. Bunlardan yakın tarihe ait bir örnek vermek gerekirse, FETÖ terör örgütü tarafından başlatılan ERGENEKON kumpası iddianamesinde bile Balabanlılara yer verilmiştir. Ergenekon iddianamesinde CEM Vakfı’na bağlı Yeni Bosna Cemevinde Balabanlıların ileri gelenleri ile o dönemin İşçi Dartisi lideri olan Doğu Perinçek’in biri albay olmak üzere 26 subay ile gizli bir toplantı yaptığı ve askeri darbe planladıkları kaydedilmiştir. Gizli olan toplantı neden hergün yüzlerce kişinin girip çıktığı Yeni Bosna Cemevinde yapılmış olsun? Kim bu Balabanlıların ileri gelenleri? Tarafımdan titizlikle yaptığım araştırmada önce bu Balaban ileri gelenlerinin kim olabileceklerini araştırdım ama bir netice elde edemedim. Akla şöyle bir soru geliyor. İstanbul Yeni Bosna ile Erzincan’da Balabanlıların yaşadığı bölge arasındaki mesafe 1200 km eder. Bu kadar uzak mesafeden Balaban aşireti neden hedef tahtasına konmuş olabilir? Cevabı çok net. Balabanlılar 1. Dünya savaşı dönemi yurt savunmasına güç birliği yapmışlardır. Yani örgütçüdürler. Yurtseverdirler. Sadece kendi güçleri ile değil, bölgede bulunan tüm halk katmanları ile beraber hareket etmiş ve onları yurt savunmasında direnmelerini sağlamışlardır. İşte Türkiye üzerinde Sevr benzeri umut besleyen emperyalistleri bu durum çok rahatsız etmiştir. Emperyalizmin yerli işbirlikçileri Ergenekon kumpasında Balabanlıları da dahil ederek nabız yoklamışlardır. Balabanlıların nasıl tavır alacaklarını test etmişlerdir. Balabanlıları Askeri Darbe yanlısı göstermeye çalışarak bölge halkı ile aralarını açmak istemişlerdir. Ancak buna rağmen Ergenekon iddianamesinde savcılık makamı her hangi işbirlikçi bir Balabanlı bulup bu kumpasa dahil edememiştir. İşte Balabanlılara saldırıların temelinde yatan onların bu yurtseverliğidir. Bu saldırı Gülağa şahsında yurtseverliğe yapılan saldırıdır. *** Bu konunun bir başka boyutu daha var. Bu da 1900’lü yılların başında artan ve 1. Dünya savaşının başlaması ile yayılan Ermeni isyanlarıdır. Osmanlı döneminde Sadrazamlık makamlarına gelen Ermeni kökenli yöneticiler de vardır. Bunlardan belli başlı olanı Damat Halil Paşa (17 Kasım 1616-18 Ocak 1619 arası ve tekrar 1 Aralık 1626 - 6 Nisan 1628), Ermeni Mehmet Paşa lakabı ile tanınan Nişancı Mehmed Paşa (26 Ağustos 1717 – 9 Mayıs 1718) bu makamlara gelmişlerdir. Ayrıca Süleyman Paşa’nın da (1655 – 28 Şubat 1656) Ermeni kökenli olduğu sanılmaktadır. Diğer gayri müslimler gibi devletin her kademesinde görev alan Ermeniler, Osmanlı devletinin bürokrasisi içinde yer almışlardır. Ancak Avrupa’da başlayan uluslaşma hareketlerinin güçlenip ulus devletlerinin kurulmaları ile birlikte, Ermeniler de Osmanlı’nın son dönemlerinde isyanlar başlatmış ve 1. Dünya savaşının başlaması ile ayaklanmaları daha da artmıştır. Bu dönem Anadolu’da isyan başlatan Ermeniler çeşitli farklı gruplardı. Bunlar, Taşnak, Armenakan ve Hınçak denilen gerilla tarzı milisler ile Dernek ve Federasyonlar gibi örgütlerdir. Bu örgütler içinde kendilerini Devrimci Ermeni Federasyonu olarak gösteren Taşnak örgütü çok kanlı olaylar yapmışlardır. Bu konuda 1901 doğumlu rahmetli Dedem Mehmet Balaban şöyle diyordu; "Biz Ermeniler ile iç içe yaşıyorduk. Alevi olduğumuz için Osmanlı ile pek barışık değildik. Ancak Ermeniler ticarette, sanatta, eğitimde çok ileri idiler. Bölgede neredeyse bütün taş ve ağaç ustaları, mimarlar kuyumcu, demirci, imalatçı hep Ermenilerdendi. Köylerde yapılan bütün güzel konaklar Ermeni ustaların eli ile yapılmıştır. Alevilerle de iyi geçinirlerdi. Aleviler ise köylerde ve yüksek yerlerde yaşadıkları için devleti iyi tanımadıklarından bir devlet dairesinde işleri veya sorunları olduğu zaman tanınmış Ermenilere danışırlardı. Ermeniler de çok iyi insanlardı. Halka yol gösterir, yardımcı olurlardı. Ancak Ermeniler de ayrı devlet kurmak istiyorlardı. Milis güçleri toplayıp ve sık sık askeri müfrezelere, karakollara saldırıyorlardı. Bunlar kendilerine Hıncak diyorlardı ve çoğu bu yörenin insanlarından oluyorlardı. Bunlar sivil halka fazla zarar vermediler. Kadınlara, çocuklara el kaldırmadılar. Biz bunlarla yüzyıllardır bir arada yaşıyorduk. Bir birimiz ile komşu idik. Bir birimizin ekmeğini, suyunu içmiştik. Bir birimizin hatırını bilirdik. Ermeni olayları çok acılı oldu. Binlerde Ermeni sivil öldürüldü, soyuldu veya tehcir sırasında yollarda öldüler. Büyük acılar çektiler. Bu bölgede yaşayan eşkıyalar da Ermeni müfrezelerine saldırdılar. Bunları çoluk, çocuk, kadın demeden öldürüp mallarına el koydular. Çok yazık oldu. Erzincan'ın kurtarılmasından sonra (13 Şubat 1918) köylerde yaşayan Ermenilere saldırılar başladı ve çok sayıda Ermeni öldürüldü. Her iki taraftan da çok insan öldürüldü. Ermeniler varını yoğunu terk ederek Rusya’ya doğru kaçmak zorunda kaldılar. Ancak mevsim kış idi. Her taraf karla kaplı idi. Bizim köyde yaşayan Ermenilerin çoğu kaçacak durumda değildi. Askerlerle beraber çok sayıda çeteler de Ermenilerin peşine düşmüş ve gördüğü yerde öldürüyorlardı. Ancak zabitler (asker) çok daha merhametli idi. Ermenileri öldürmek yerine uzaktan ateş açarak bunları korkutuyor ve kaçmalarını sağlıyorlardı. Bazı askerler de zalimdi. Köylere gelince erkeklere "Donunu indir’’ diyorlardı. Eğer sünnetli değil ise öldürüyorlardı. Ağabeyim Yusuf Ağa, köyün ileri geleni idi. Asker veya eşkıya gelirse bunları öldürmesin diye ağabeyim bunların erkeklerini bizim evde topladı ve hepsini sünnet ettirdi. 2 oda dolusu erkek bizim evde ve amcam Kamer Ağa’nın evinde kaldılar. Olaylar durulduktan aylar sonra bu komşularımızın hepsi kendiliğinden Rusya’ya gittiler. Bazı kimsesiz kadın ve kızlar da fakir ailelerin gençleri ile evlendirildi. Ağabeyimin oğlu Rüstem bir Ermeni kadınla evlendi. Kocası bu olaylardan önce ölmüş ve kimsesi de yoktu. Çok iyi bir gelindi. Hiç çocuğu olmadı. 1945 yılında öldü. Bazı Ermeniler ise Rusya’ya gitmedi. Sünni Kargın köyünde 15 hane Ermeni hepsi Müslüman oldu ve yerinde kaldılar. Alevi köylerinde de çok Ermeni aile gitmedi ve burada kaldılar. Şimdi biz Aleviyiz diyorlar ama aslında Ermeni kökenliler. Ermeni milisler içinde birde kendilerine Taşnak diyenler vardı. Bunlar bu yörenin insanları değildi. Rusya’dan, Ermenistan civarlarından gelmişlerdi. Bunlar çok zalimdi. Halka çok zulüm, çok katliam yaptılar. Bunlar sadece askerlere değil, sivil halka da çok saldırıp adam öldürdüler. Halkın mallarını aldılar. Taşnaklar bizim bu yöreden olmadıkları için kimseyle komşulukları olmamıştı. Diğer Ermeniler gibi bir birimizin ekmeğini yememiş, suyunu içmişliğimiz olmamıştı. Kimseyle hatır ilişkileri yoktu. Onun için bunlar çok katliam yaptılar.... ... Ermenilere çok yazık oldu....’’ *** Rahmetli dedem gibi o günlere dair hatıralarını dinlediğim pek çok kimse böyle söylüyordu. Ancak hem savaşın, hem de meşru olmanın temel bazı kuralları vardır. Ermeniler yer yer bazı küçük yerleşim alanları dışında bölgesel olarak hiç bir yerde çoğunluk nüfusuna sahip değildi. Tüm orta ve Doğu Anadolu bölgesinde nüfusları bir buçuk milyon civarında idiler. Eğer bir devlet kurmuş olsalardı bu devlet, azınlığın çoğunluğa hükmetmesi, azınlığın çoğunluğu yönetmesi anlamına geliyordu. Elbette her ulusun kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakları vardır. Ancak azınlık olan bir nüfusun, çoğunluğu yönetmeye talip olmasının da çok büyük riskleri vardır. Devlet kurulsa bile bu çoğunluk nüfusun idaresi nasıl sağlanacaktı? Maalesef savaşın da acı kuralları vardır. Devlet kurmak güç ile ilgilidir. Gücünüz yetiyorsa savaşa girer, kazanır ve devletinizi kurarsınız. Gücünüz yetmiyorsa halkınıza ağır bir fatura bırakırsınız. Ermeniler 1. Dünya savaşı ve öncesinde umutlarını İngiliz ve Rus Emperyalizmine bağlamışlardı. Kendi kaderleri ile Emperyalist bazı ülkelerin çıkarları doğrultusunda ki politikalara bağladılar. Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni, 1923’da Bükreş’te yapılan Ermeni Taşnak kongresinde sunduğu raporda şöyle diyor: ‘’... Sevr Antlaşması gözümüzü kör etmişti. İsyanımızın temelinde İtilaf devletlerinin bize vadettiği büyük Ermenistan hayali vardı. Ama biz hiç bir zaman devlet olamadık. Gerçekleri göremedik ve kandırıldık. Sonra’da Rusya’ya bağlandık..... Olayların sebebi biziz. Türklerin milli mücadelesi haklıydı... Türkiye Ermenistan’ı diye bir devletin hayalden öte olmadığı gerçeğini göremedik... Biz Ermeniler kayıtsız şartsız Rusya’ya yönelmiş durumdaydık. Herhangi bir gerekçe yokken, zafer havasına kapılmıştık. Sadakatimiz ve savaşmamız karşılığında Çar hükümetinin Ermenistan’ı bize armağan edeceğini sanıyorduk ve buna inandırıldık.... Denizden denize bir Ermenistan hayaline kapılmıştık..... Kendimiz dışında suçlu aramayalım.... Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, Gürcüler, Bolşevikler tek kelimeyle bütün dünya bizi kolayca aldattı ve ihanet etti. Oysa bizler safça bu savaşın Ermeniler için yapıldığına inandırılmıştık.... .....Biz kendi isteklerimizi başkalarına mal ederek, sorumsuz kişilerin sözlerinin yarattığı hipnozun etkisiyle, gerçekleri anlayamadık ve hayallere kapıldık...’’ *** Burada gene dedemden şu hatıratı aktarayım. ‘’Ruslar yaşadığımız köyleri işgal edince (Eylül 1916) her köye 10 kişilik bir askeri manga bıraktılar. Bunun nedeni, Ruslar gelince Ermenilerin bundan cesaret alarak Alevi halka zulüm yapmalarını engellemekti. İşgalci Ruslar sivil halka çok iyi davrandılar. Kimsenin malına, namusuna dokunmadılar. Hatta köylerde kendi işleri için birini çalıştırınca bunları parasını bile verdiler. Hatta bir kış günü beni de askerlerin yiyecek erzaklarını taşıyan gurupla götürdüler ve işimizi bitirdikten sonra paramızı verdiler.’’ *** Buradan şu anlaşılıyor. 1915 yılı Ermeni Tehcir olaylarından 2 yıl sonra Erzincan çevresinde Ermeniler kendi köylerinde yaşamaktadır. Demek ki yöre halkı tarafından bu bölgede yaşayan Ermenilere dönük toplu katliam gibi bir durum yaşanmamıştır. Elbette pek çok olay, kavga, cinayet yaşanmış ama bir toplu katliam söz konusu değildir. Kaldı ki olaylara tanık olan yaşlılarımız hangi köyde, derede, vadide, ne tür olayların yaşandığını bire bir anlatmışlardır. Nerede, kaç kişinin asker, kaç kişinin eşkıyalar tarafından öldürüldüğünü tane tane anlatırlardı. Aynı şekilde Ermenilerin yerli halka ve Alevilere nerede zulüm yaptıklarını, kimleri nerede öldürdüklerini, hatta öldüren milis gurubunun Hıncak’lar mı yoksa Taşnak’lar mı olduğunu da biliyorlardı. Ve anılarını da bir birlerine anlatırlardı. Ve bizler de defalarca bunları dinlemişizdir. Unutmayalım ki Alevilerde okur yazar oranı çok düşüktü ama güçlü bir sözlü kültür bellekleri vardır. Sadece bu olayları değil, dedelerinin dönemlerinin olaylarını da en ince ayrıntılarına kadar anlatırlardı. *** Başbakan Kaçaznuni’nin yukarıda değindiğim bu itiraflarını bir tarafa not etmeliyiz. Kendi geleceklerini Emperyalist ülkelerin çıkarlarına bağlayarak gelecek hayalleri kuranların akibetleri tarihte hep acı, kayıp ve ihanet olmuştur. Ermeni olaylarını da bu şekilde, doğru bir düzlemde değerlendirmek gerekir. *** Büyük Atatürk’ün şu sözleri tarihe not düşecek kadar değerlidir. "Efendiler, Avrupanın bütün ilerlemesine yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir‘‘ *** Sosyalist rejim idaresi ile 1910’lerden 1990’lara kadar bir arada yaşayan Sovyet Sosyalist halk ve toplulukların kardeşlik ve yoldaşlık söylemlerinin hoş bir hikayeden ibaret olduğunu hem Ermeni- Azerbaycan savaşlarında, hem de eski Sovyetlerin her tarafında nasıl yaşandığı ortadadır. Hatta SSCB dışındaki diğer ülkelerde, örneğin Eski Yugoslavya halklarının 1990’lı yıllarda bir birlerine neler yaptığı, bu sancıların Balkan ülkeleri arasında halen nasıl sancılı olarak devam ettiği de rahatça görülebilmektedir. Savaşların her zaman, kan, ölüm, yıkım ve nefret olduğunu bilmemiz gerekir. Devlet kurma hakkını hiç bir ulus ağır bedeller ödemeden ve ödetmeden elde etmemiştir. Ermenilerin başına gelen acı olayları, sürgünleri, katledilmeleri, tehcirleri, geçtiği yollarda eşkıyalar tarafından nasıl katledilip mallarına el konulduğunu bizzat olayın tanıkları olan güvenilir şahitlerden defalarca duymuş biri olarak şunu söylüyorum. A- Balaban Aşireti ve dolayısı ile Gülağa kesinlikle Hamidiye Alayları içinde yer almamışlardır. Bu tamamen iftiradır. Balabanlılar, her yurtsever gibi, diğer bölge aşiret mensupları gibi kendi yurtlarını savunmuşlardır. Kurdukları milis Alayı 1915 / 16 yıllarına aittir. Hamidiye Alayları ise 1910 yılında lağv edilmişlerdir. 1. Dünya Savaşı döneminde oluşturulan Aşiret Alaylarının da Hamidiye Alayları ile ilgisi yoktur. B- Balabanlıların ve dolayısı ile Gülağa’nın 1915 yılında yaşanan Ermeni Tehcir olayları döneminde gerek Rusya ve gerekse güneye (Suriye civarı) sürgün edilen Ermenilerin yollarını kesip katletmeleri, eşyalarına el koymaları, yağmalamaları iddiası kesinlikle doğru değildir. Gülağa’nın kendisi çoğunluğu Ermeni olan Hıncoru (Yeni adı ile Pınarlıkaya) köyündendir. Eğer Ermenilere katliam yapmış olsa kendi köyünde de bunu yapması gerekirdi. Böyle bir şey söz konusu değildir. Gülağa’nın ve bazı Balaban ileri gelenlerinin Ermenilerle çatışmaya girdiği, bir birlerinden karşılıklı adam öldürdükleri doğrudur. Bu çatışmalarda Ermenilerden daha fazla adamın öldüğü ihtimali daha yüksektir. Ancak bu çatışmalarda sivil Ermeni halkına dönük saldırı yoktur. Çatıştığı Ermeniler, milis güçleridir. Rusya’dan gelen Taşnak milliyetçileridir. Bu Taşnak guruplara Ermeniler dışında tüm bölge halkı direniyordu. Balabanlılar yer yer direnen bu halka önderlik etmiş, yardım etmişlerdir. Gülağa’nın içinde kendi köylüleri olan Ermenilerin bir kısmı ile de çatışmaları olmuştur. Bu kişiler de Rusya’dan gelen Taşnak guruplara yardım eden, evinde besleyen, lojistik destek sunan, bölgede onlara yol gösteren Ermenilerdir. Ancak burada bile bir katliamdan söz etmek yanlıştır. Aralarında birkaç çatışma çıkmış ve karşılıklı birbirlerinden adam vurmuşlardır. C- Rus Ordusu Eylül 1916’da Erzincan ve çevresini işgal edince, daha önce Ruslara karşı bölgede yaşayan 18 Alevi Aşiretin güçleri ile Milis alayı oluşturan Gülağa, Erzincan’ı terk etmek zorunda kaldı. Giderken de kendisi ile birlikte Rus işgal güçlerine karşı ortak direniş gösteren diğer Alevi Aşiret önderleri ile beraber Malatya / Akçadağ Ören Köyü’ne göç etti. Balabanlılar 300 sene kadar önce o bölgeden Erzincan’a gelmişlerdi. Gülağa ve diğer Milis direniş önderleri ile Malatya’nın Akçadağ /Ören, Yazıhan / Balaban köyü ve Balabanlıların yaşadığı diğer köylere göç ettiler. Giderken ailesinin bir kısmını dahi beraber götürecek zamanı bulamadığından ailesinin bir kısmı bile geride kaldı. Rus Ordusu Erzincan’a geldikten bir sene sonra 1917 Ekim (Bolşevik) devrimi oldu ve Rus ordusu kendiliğinden geri çekildi. Geri çekilirken de sadece 1. Dünya savaşı döneminde işgal ettiği toprakları değil, 1877 / 78 yıllarında (93 harbi) işgal edilen Erzurum, Kars ve çevresinden de çekildi. Rus Ordusu, Erzincan’dan 11 Ocak 1918’den itibaren çekildi. Rus ordusunun çekilişinde Gülağa henüz Malatya’da idi. Dolayısı ile Erzincan’ın kurtuluşunda herhangi bir rolü olmadı. Erzincan’a döndükten birkaç ay sonra (1918 yılı) aralarında anlaşmazlık olan Kemah’ın köklü Derebeylerinden Sağıroğlu ailesi tarafından kendisine yapılan bir davette kahvesine zehir konularak katledildi. D- Daha önce de belirmiştik. Rus ordusu Erzincan’a geldiğinde Ermeniler burada yoğun olarak yaşamaya devam ediyorlardı. Osmanlı Ordusu zaten 1914/ 15 kışında Allahu Ekber dağlarında önemli ölçüde kayıp verdiğinden Doğu Cephesinde tekrar güçlü bir ordu kuramadı. Askeri gücünü önemli ölçüde Alevilerden oluşan Milis Alayları ile sağladı. Erzincan düştükten sonra zaten iyice zayıflamış olan Osmanlı Ordusu Refahiye’nin batısında Sivas / Suşehri’nden Tokat / Zile hattına kadar bir savunma hattı oluşturmuştu. Rus Ordusu, 1916 Eylül ayında Erzincan’ı işgal edince Osmanlının önemli memurları da tıpkı Milis direnişçiler gibi Erzincan’dan ayrılmışlardı. Bolşevik devriminden sonra Ruslar geri çekilirken Erzincan’da devlet dairelerini teslim edecek muhatap bulmakta zorlanmışlardı. Resmi dairelerin önemli bir kısmını Ermenilere teslim edip çekildiler. Ruslar’ın 11 Ocak’ta çekilmesinden sonra bir Süvari birliği kuran Dersim’li Seyit Rıza, 13 Şubat 1918’de başında bulunan 400 kişi ile Kemah tarafından Erzincan’a girdiler. Şehirde tam bir savaş yaşandı. Gelenler Ermenilerle çatışmaya girdiler ve onları, Rusların peşinden Rusya’ya doğru gitmeye zorladılar. 13 Şubat’ta ikindi saatlerinde Binbaşı Halit Bey komutasında bir Osmanlı Birliği şehire geldi ve çatışmalara dahil oldu. Erzincan’da çoğu Ermeni olan çok sayıda insan öldü. Ordunun önemli bir bölümü Rusya’ya doğru yola çıkan Ermenilerin peşinden giderken Erzincan’da kalanlar halka çağrı yaparak cenazeleri kaldırmaya başladılar. Öldürülen insan sayısı o kadar çoktu ki, cenazelerin kaldırılması 17 Şubat’a kadar devam etti. Bu arada şehirde tam bir yağma yaşandı. Öldürülen veya kaçan Ermenilerin evlerine girenler onların eşyalarını talan ettiler. Evlerini işgal edip yerleştiler. Talanı kontrol altına alacak kadar askeri birlik de mevcut değildi. Ordu, kar kış günü Rusya’ya doğru kaçan Ermeni milis ve sivillerini kovalayarak 17 Şubat’ta Tercan, 19 Şubat’ta Çayırlı, 3 Mart’da Aşkale, 9 Mart’da, 12 Mart 1918’de Erzurum, ve daha sonraki süreçte diğer şehir ve kasabalar, Ermenilerin elinden alındı. Burada iki ayrı noktaya dikkat çekmek isterim. Birincisi: Erzincan dahil Doğu Anadolu işgal edildiği dönemde Rus ordusu, bir yandan Ermenilerin yerel halka şiddet uygulamasını engellerken, diğer yandan da Rusya’dan gelenler Ermeni milislere askeri rütbeler vermiştir. Bu rütbe vermenin başlangıç süreci tarafımdan bilinmiyor. Rus Ordusu ile Ermeni Milislerin yakın ilişkileri Çarlık Rusya’da başlamıştır. Ancak Rus ordusu Ocak 1918’de geri çekildiğinde çok sayıda rütbeli Ermeni subayın kaldığı bilinmektedir. Örneğin Erzincan’da Albay Morel isimli bir subay, asker ve Milis kuvvetlerinin başındadır. Ve oldukça idealist olan bu subaylar, Rus ordusu ile birlikte geri çekileceğine, Rusların boşalttığı alanı doldurmuşlardır. İkincisi: Rusların geri çekilmesi sonrası boşalan otorite boşluğu ve devlet yapısını üstlenen Ermeniler bu noktada 2 büyük hata yaptılar. Rus ordusunun bölgeye hakim olduğu dönemde yerli halkın bir kısmını cezalandırma istekleri Rus ordusu tarafından engelleniyordu. Ruslar geri çekilince önlerindeki bu engel kalktığından pek çok köyde toplu katliamlar yaptılar. İlgilenenler Erzincan ve çevresinde Ermenilerin yaptığı mezalimi görürler. Sivil halka dönük bu ağır baskı ve sindirmenin bir diğer nedeni de, kendilerine ait bir devlet sahibi oldukları hayalinde olan Ermenilerin, çoğunluğu oluşturan halkı korkutma ve sindirme düşüncesidir. Ancak Ermeniler, gerek sivil ve gerekse asker (veya Milis) olarak oldukça az bir nüfusa sahiptiler. Ayrıca askeri deneyim konusunda çok zayıftılar. Böyle bir durumda milliyetçi duygu ve hırslar ile hareket etmek her halde çılgınlık olsa gerekir. İşte Başbakan Kaçaznuni’nin 1923’de Bükreş’te Taşnak Kongresinde yaptığı öz eleştiri budur. Rus Ordusu geri çekilirken Osmanlı tarafı ile yaptığı anlaşmalardan biri de yumuşak geçiş kararı idi. Ancak Rusların geri çekilmesi sonrası bu anlaşma Ermeni subay ve milisler tarafından yürürlüğe konma yerine onlar intikam ve gözdağı ile sindirme yolunu tercih ettiler. Ermenilerin 1918 Şubat ve sonrasında ödedikleri büyük faturanın nedenlerinden biri de budur. Bu konuda gerek çeşitli tarihi kaynaklar, gerek devletin çeşitli Web sayfalarında yer alan tarihi veriler ve gerekse o günkü olaylara tanıklık eden aile büyüklerim ve yaşlılarımızdan duyduğumuz şunlardır. 1- Erzincan’a 400 kadar atlı ile sabahın erken saatlerinde Kemah Boğazı bölgesinden ilk giren Dersim’li Seyit Rıza ve adamlarıdır (13 Şubat 1918). Şehri ellerinde tutan Ermenilerle çatışmalara girilmiş, Binbaşı Halit Bey komutasındaki ilk askeri müfreze ancak ikindi saatlerinde Erzincan’a ulaşmıştır. O gün Erzincan’da çatışmalarda kaç kişinin öldüğü, bunların ne kadarının sivil olduğu bilinmiyor. Ayrıca çatışmalarda ne kadar Ermeni, ne kadar yerli halktan insanın da öldüğü bilinmiyor. Resmi istatistiklerde bu konuda herhangi bir veriye ulaşamadım. Bildiğim tek şey var. Çatışmalar çok kanlı olmuş ve ölülerin defin işlemleri 17 Şubat tarihine kadar devam etmiştir. Ermenilerin elinde, Ruslardan kalan çok sayıda silah ve mühimmat bulunduğundan çatışmalarda her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği akla gelebilir. Dersim’li Seyit Rıza ve adamlarının bu çatışmalarda kaç kayıp verdiği, kaç kişiyi öldürdüğü de bilinmiyor. Görülüyor ki Ermenilerle çatışmada Seyit Rıza’nın en önde olduğu görülüyor. Bunu bir tarafa not etmekte yarar var. Topçu Yarbay Recep (Peker) askeri vâli olarak görevlendirilmiştir. Peyder pey gelen takviye kuvvetlerle Cimin (Üzümlü) üzerinden doğuya doğru sert çatışmalar yaşanmıştır. 2- Erzincan ve daha sonra diğer bölgelerde yapılan çatışmalar aynı zamanda ganimet kapma (soygun) hareketidir. Kıtlık yıllarının da yaşandığı o dönemde Ruslardan kalan yiyecek, mühimmat yanında Ermenilerin de malları kapışılmıştır. Yerli Halk genelde Ermenilerden kalan evleri işgal edip yerleşirken, Dersimden gelenlerin gıda ve değerli eşya kapma yarışına girdiği özellikle anlaşılmalıdır. Ermenilerden kalan diğer tarla ve benzeri araziler de o köye en yakın olan yerliler tarafından işgal edilmiş ve yıllar sonra her köylü gücü oranında işgal ettiği tarlayı sahiplenmiştir. 3- Çatışmalar doğu istikametine doğru devam ederken askeri açıdan zayıf olan Osmanlı kuvvetleri, gerek Dersim’den gelenlerin ve gerekse o yörelerde yaşayan yerlilerin talanlarına engel olmamıştır. Ermenilerden gerek halk ve gerekse Milislerin öldürülmelerinde herhangi bir kayıt tutma olanakları da ortaya çıkmadığından resmen, gücü yetenin yetene bir harekât yaşanmıştır. Ancak yukarıda değindiğim gibi, dedem Mehmet Balaban’ın komşuları olan Ermenileri kurtarmak için onları sünnet etme olayında olduğu gibi, halk genelde Ermenilere karşı çatışmalara girmemişlerdir. 4- Ermeniler kaçarken Sansa deresi ve engebeli yerleri iyi bilen Dersim Milisleri birkaç gün yolları kesmiş, Ermenilerle çatışmalarda çok aktif rol almışlardır. Karasu (Fırat) nehri üzerinde bulunan köprülerin başlarını tutarak Ermenilerle yaptıkları çatışmalarda 50 kadar Ermeni’nin öldürüldüğü ve ele geçen mühimmatı, tuttukları köprülerden Dersim tarafına aktardıkları ve ele geçirdikleri gıda, hayvan ve benzeri mühimmatın Ordu birlikleri tarafından ellerinden alınmamaları için daha sonra ahşap köprüleri yıkmış veya yakmışlardır. Ancak öldürdükleri önemli kişilerin üzerinden çıkan askeri harita ve kimlik gibi bilgileri Osmanlı ordu mensuplarına vermişlerdir. 16 Şubat’ta Sansa deresinde ele geçirdikleri bir otomobili tahrip etmiş, götüremedikleri top gibi ağır silahları da ordu mensuplarına bırakmışlardır. 5- Dersim milisleri Sansa Deresi’nin başına kadar Ermenileri kovalamış ve Vican yakınlarında dar bir boğazda sıkıştırdıkları Ermenilerden 200 kadar kişiyi öldürmüş ve 4 sahra, 2 cebel (dağ) topu ve 2 makineli tüfek, 6 kamyonet ve 50 adet cephâne, erzak arabasına el koyarak alabildikleri ile Dersim’e geri dönmüşlerdir. 6- Daha sonra gelip harekâta el koyan Kazım Karabekir Paşa, Sansa Deresi gibi engebeli ve tehlikeli alanın Ermenilerden temizlenmesinden sonra 16 veya 17 Şubat tarihinde Dersimli süvari milislerin ordu birlikleri ile beraber Ermenilerle çatışmasına gerek kalmadığı var sayımı ile Milislerin kontrol altına alınmaları ve ele geçirdiklerini Ordu mensuplarına devr etmesi gerektiği talimatı vererek, Dersimli Milislerin harekât serbestiyelerini kontrol altına almaya kalkmıştır. Bu emre itiraz eden kısmı Ordu birlikleri yer yer Ermenilerin kovalanmasında Dersim süvarileri ile beraber hareket etmeye devam etmişlerdir. 17 Şubat’ta Tercan’ın Ermenilerden alınması ile artık ihtiyaç kalmadığı varsayımı ile Dersim’li Milislerin, Osmanlı ordusu ile beraber hareket etmeleri önemli oranda kısıtlanmıştır. 7- Doğu’ya doğru hareket eden Ordu birlikleri, vardığı her köy ve belde de o köyün yerlilerinin kısmi destekleri ile Ermenileri kovalayarak harekatı devam ettirmişlerdir. 8- Erzincan’dan sonra gerek Sansa Boğazı ve gerekse Vican girişine kadar Ermenilerle çatışan Dersimlilerin kimler oldukları, hangi köylerden gelip toplandıkları, örneğin 200 Ermeniyi öldürecek kadar güçlü müfreze oluşturanların başında kim olduğunu bilemiyorum. Ancak 13 Şubat’ta Dersim milislerinin başında Seyit Rıza olduğuna göre, daha sonraki çatışmalarda da Seyit Rıza ve milislerinin yer aldıkları var sayımı akla yakındır. 9- Yörede yaşayan halkın önemli bir kısmının kendi köylü veya tanıdıkları olan, beraber komşuluğu ve iyi ilişki içinde olan Ermenilere karşı şiddet uygulamaktan kaçınmış, engelleyemedikleri öldürme vakalarını da hüzünle seyretmişlerdir. Rahmetli Nenem, Ermeni olaylarından bahsederken her zaman ağlar ve ‘’İyi komşularımızdı. Giyim kuşamları daha güzeldi. Hepsi de hünerli insanlardı. Keşke başlarına böyle bir felaket gelmeseydi...’’ der ama aynı zamanda Taşnakların halka yaptığı zulümleri de tek tek anlatırdı. 10- Şubat 1918 tarihinde yaşanan bu olaylarda, Ermenilerin bir kısmı iyi komşuluk içinde olduğu köylülerin de destekleri ile ölümden kurtulmuş, ancak olaylar yatıştıktan sonra ve havaların da uygun hale gelmesinden sonra gönüllü olarak Rusya’ya gitmişlerdir. Gidemeyen veya gitmek istemeyenlerin bir kısmı da kendilerini korumak için asimile olma yolunu tercih etmişlerdir. Dersim’de yaşayan Ermenilerin bir kısmı süreç içinde Alevileşirken bir kısmı da Ermeni kimliğini muhafaza etmişlerdir. Ancak Erzincan çevresinde olanlar ise eğer Aleviler içinde kalmışlarsa Aleviliği, Sünni köylerde kalmış ise Sünniliği benimsemişlerdir. Sünni köylerde yaşayan Ermeniler ise, kendilerinin asimile olup Sünni Türk kimliğini benimsediklerini ispat etmek için oldukça fanatik Türk milliyetçisi ve çok muhafazakâr Sünni inancına bürünmüşlerdir. Ancak bu fanatik İslam ve Türk milliyetçisi görünen bazı Ermeni aile torunlarının takiyye yaptıklarını, aslında milliyetçilik ve Sünniliği kendilerini koruyan bir şemsiye gibi kullandıklarına da bizzat şahit olmuşumdur. 11- Şubat 1918 kış mevsiminde hava sıfırın altında 20-25 derecelerdedir. Kar kalınlığı da bir metre civarındadır. Kendilerini çatışma içinde bulan Ermenilerin bu koşullarda Rusya’ya doğru kaçmaları çok zordur. Bundan dolayı siviller, çocuk ve kadınlar apar topar kaçarken, Ermeni milisler onların kaçmalarına zaman kazandırmak için asker ve milislerle çok çetin çatışma içine girmişlerdir. Çatışmaların kanlı olmalarının nedeni de budur. Sert kış koşulları sivillerin kaçmalarını yavaşlatırken, askerlerin kovalamalarını da aynı ölçüde zorlaştırmıştır. Buna Ermeni milislerin ciddi direnişleri de eklendiğinde durum daha iyi anlaşılır. Bu arada kaçan Ermenilerin beraberinde götüremediği yiyecek, erzak, hayvan yemi gibi mühimmatı, Osmanlı eline geçmemesi için bunları yakmıştır. Hatta bazı köylerde halkın ev, ahır ve yemlerini de yakarak geride enkaz gibi harabelik bırakmış, yer yer gider ayak çok sayıda sivilleri de katletmişlerdir. Örneğin Tercan’a 12 km batıda yer alan Kargın köyünde erzak, silah deposu, ambar ve merekler yakılarak imha edilmiş, Osmanlı askeri ve Dersim milislerine kayda değer bir stok bırakılmamıştır. Bu köyde yaşayan ve kaç(a)mayan 15 hane Ermeni halkı, o köyde çoğunluğu oluşturan Sünni inancına geçmişlerdir. *** Bütün bu olayları topyekün analiz ettiğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor. Balaban Aşireti ve onun Reisi Gülağa, Hamidiye Alayları içinde yer almamıştır. Balabanlılar Türk ve Alevidirler. Hamidiye Alayları içinde bir Alevi aşiretin yer alarak Alevi halkını Kürtleştirmek ve onları Şafii mezhebine zorlaması gülünç bile değildir. Bu iddia kara bir propagandadır. Gülağa ayrıca Şubat 1918’de henüz Malatya’dadır. Ermenilerle olan çatışmaların içinde yer alması söz konusu değildir. Zaten Balabanlıların yaşadığı köyler 1916’da Rus işgaline uğramış, 1918 başlarında Rus ordusunun geri çekilmesi ile bölgede hakimiyet Ermenilerin eline geçmiştir. Ermenilerin hakim olduğu bölgede Balabanlıların, Dersim milisleri gibi bir güç oluşturarak Ermenilerle çatışmaya girmesinin koşulları da mümkün değildir. Rus ordusunun çekilmesinden sonra bölgede Ermeniler hakim olmuştur. Ermenilerle çatışmaya girme ihtimali gören Balaban ileri gelenleri ev ve köylerini terk ederek saklanmışlardır. Zaten kendilerini yönlendirme imkânına sahip aşiret lideri Gülağa bölgede olmadığından adeta başsız kalan Balabanlılar kendi başlarının çaresine bakmış, bir birinden kopuk küçük küçük farklı guruplar ortaya çıkarak savunma durumu almışlardır. *** Dersim bölgesinde Kürtçüler tarafından dile getirilen politik söylemler çok büyük çelişkiler içindedir. A- Hem Hamidiye Alaylarının faaliyetlerine karşı çıkmak, hem de Kürtçülük yapmak büyük çelişkidir. Hamidiye Alayları, Padişah 2. Abdülhamit’in Şafii Kürt milis alaylarıdır. Abdülhamit Türkçü değil ümmetçidir. Hedefi İslam ümmetidir. Kendisi ayrıca Sünni bir Halifedir. Osmanlı padişah ve halifeleri hiç bir dönem Türkçü olmamışlardır. Türk söylemi onlar için bir aşağılama deyimidir. Pek çoğunun Türklüğü aşağılayan söylem ve şiirleri vardır. Alevi aşiretler ise Türk / Türkmen’dir. Çaldıran savaşından itibaren Osmanlı ile gönül bağları kopmuştur. İdris’i Bitlisi adlı Kürt kökenli molla kuzey Irak ve Suriye’de bulunan bütün Kürtleri, Şah İsmail’e karşı Yavuz Selim’in yanında yer almasını sağlamış, karşılığında sırtı sıvazlanarak sözü dinlenir konuma gelmiştir. Bu tarihten sonra Osmanlılar ile Kürtler arasında bir ittifak meydana gelmiş iken Türklerle Osmanlı arası giderek bozulmuş ve Osmanlı devleti Alevi Türkmenlere defalarca katliam uygulamıştır. Nakşibendi inançlı Kuyucu Murat Paşa’nın yaptığı katliamlar tarihin kanlı sayfalarında yer almaktadır. Osmanlı ile yüzlerce yıl devam eden Celali isyanları, Kürt değil Türkmen isyanlarıdır. 2. Abdülhamit ise ümmetçi bakış açısı ile Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşayan Alevi Türkmenleri hizaya getirmek için Kürt - Osmanlı ittifakı sağlamak için Hamidiye Alaylarını kurmuştur. Hamidiye Alaylarında yer alan Şafii Kürt Derebeyleri de 360 Alevi köyünü yerle bir etmiş, büyük çoğunluğunu da asimile ederek Kürtleştirmiştir. Şah İsmail döneminde ağırlıklı olarak Türk / Türkmen olan Diyarbakır bölgesi bu süreç içinde önemli ölçüde Kürtleştirilmiştir. Hızını alamayan Hamidiye Alayları ayrıca yer yer, Mardin bölgesi örneğinde olduğu gibi Asuri kökenlilere de ağır faturalar çıkarmışlardır. Bu vesile ile hem Kürtçülüğü savunmak, hem de Hamidiye alaylarının kötü uygulamalarının bir yerlerine Gülağa’yı monte etmek tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır. B- Hem Gülağa’nın Ermeni katliamlarında yer aldığı gibi gerçeklerle uyuşmayan iddialarda bulunmak, hem de Dersimli Seyit Rıza’yı savunmak da büyük bir çelişkidir. Eğer bir Ermeni katliamı bilançosu çıkarılmak isteniyorsa 13 Şubat 1918’de 400 kişilik Süvari Milisleri ile Erzincan’da Ermenilere saldıranın Seyit Rıza olduğu gerçeği bilinmelidir. Sansa (Balaban) Deresinde 2 ayrı yerde Ermeni müfrezelerin önünü keserek bir seferinde 50, diğer bir seferinde ise 200 kadar Ermeniyi öldüren Dersim milisleridir. Seyit Rıza’nın Sansa Deresinde yaşanan çatışmalarda rolünün ne olduğu tarafımdan bilinmemekle beraber, kendisinin en azından bu milislerden kopuk hareket etmiş olması akla yatkın değildir. Seyit Rıza’nın bu olaylarda rolünü görmezlikten gelerek faturayı hiç ilgisi olmayan Gülağa’ya çıkarmak bilgisizlik ile açıklanamaz. Bu tamamen tarihi gerçeklerden uzak bir saptırma girişimidir. Yanlış ve sorunlu bir bakış açısıdır. C- Bu gelişmeler içinde Gülağa’nın tarihi rolü ile Seyit Rıza’nın rolü aynı değildir. Gülağa, 18 Alevi aşiretini örgütleyerek Rus ordusuna karşı milli bir savunma yapmıştır. Yurtsever bir direniş sergilemiştir. Seyit Rıza ise Rus ordusunun çekilmesi sonrası ortaya çıkan otorite boşluğunu dolduran Ermenilere saldırmıştır. Ermenilerin askeri gücü zayıftır. Rus ordusu gibi güçlü, donanımlı ve askeri birikimi olan bir güç değildir. Seyit Rıza, Ermenilerin zayıf olduğu bir dönemde Osmanlı askeri ile paralel hareket ederek Ermenilere saldırmıştır. Bir bakıma bir ittifak sağlamıştır. Bu konuda Osmanlı bürokrasisinden teşekkür veya madalya aldığı iddiaları da dile getirilmektedir. Asıl karanlık olan süreç bu süreçtir. Hem Ermenilerin mazlum olduğu ve katliama uğradığı tezini savunmak, hem de Seyit Rıza’yı kahramanlaştırmak, onu adeta bir Evliya veya halk kahramanı gibi görmek büyük çelişkidir. Kürtçü politikaları savunan Dersimli aydınlar ve politik kesimler bu büyük çelişkiden kendilerini arındırmalıdır. Politik görüşlerin bir tutarlılığı olmalıdır ve burada bir tutarlılık yoktur. D- Dersimlilerin 1937 / 38 yıllarında yaşanan Dersim olayları ve bu süreçte yaşanan katliamları öne çıkarıp Seyit Rıza’ya sahip çıkması ayrı bir konu, Seyit Rıza’nın 1918 ve öncesinde sergilediği duruşları bir birinden ayırmak da ayrı bir konudur. Dersimlilerin 1938’de büyük bir katliama uğraması, Seyit Rıza’nın hukuksuz bir mahkeme süreci ile yaşı küçük gösterilerek idam edilmesinden hareketle onun daha önceki politik duruşunu görmemezlikten gelmek, bu süreci sorgulamamak, yaşayan bazı çelişkileri halı altına süpürmek çelişkili bakış açısıdır. Dersimliler bu yanlış bakış açısını sorgulamalıdır. E- Ermenilere dönük uygulanan 1915 tehcir olaylarının sebep ve sonuçlarını irdelemek, sorgulamak, gerçeklere ulaşmak yerine uydurma köy efsanelerine sarılmak gerçeklerle bağdaşmaz. Bu uydurma köy efsanelerinden biri de şudur. 1915’de yaşanan tehcir sürecinde on binlerce Ermeni’nin Dersim’e sığındığı, Dersimlilerin onları koruduğu iddiaları tamamen abartıdır. Dersimin gerek barınma olanakları ve gerekse beslenme kaynakları son derece kıttır. Dersim halkı 1915’li yıllarda her yerde olduğu gibi adeta açlıktan kırılmaktadır. Dersim çetelerinin kendilerini doyurmak için başta Erzincan ile Tercan arasındaki vadi köyleri olmak üzere Dersim dışındaki köylere saldırılar yaparak talanlar yaptığı, çoğunlukla Alevilerin yaşadığı köyleri basarak köylünün erzaklarını ve hayvanlarını alıp götürdükleri ile ilgili yüzlerce vaka vardır. Dersim halkı o kadar yoksuldur ki bu çetelerin bölge dışındaki köyleri basıp soygunlar yapması 1930’lu yıllarda da devam etmiştir. Geçimini bu şekilde soygunlarla ayakta tutan onlarca küçük çete gurubu oluşmuştur. Kendisi açlık ve yoksulluktan kırılan Dersim halkının on binlerce Ermeniye kucak açıp onları koruması ve dolayısı ile beslemesinin olanağı yoktur. Böyle bir altyapı mevcut değildir. Belki dağlarda ve mağaralarda barınma olanağı sağlanabilir ama beslenme olanağı hiç yoktur. Kaldı ki Dersim zaten sayıca az bir nüfusa sahip bir bölge olarak on binlerce insanı barındırması olanaksızdır. Elbette bu dönem Dersime sığınan Ermeniler de olmuştur ama bunların sayısı bırakın on binler olması, olsa olsa ancak birkaç yüz kişi civarındadır. Ayrıca Dersim coğrafyasında yerleşik olan Ermeni köyleri de vardır. Dersim’e sığınan az sayıdaki Ermeni nüfusun bu Ermeni köylerine sığınmış olmaları daha akla yatkındır. Yani aslında Dersim’e sığınan Ermeniler, Dersim’de yaşayan Ermenilerin köylerine sığınmışlardır demek daha gerçekçi olur. F- Gelişmelere bakılırsa 1915’de Tehcire uğrayan Ermenilerden birkaç yüz kişi, Dersim’li Ermeni köylerine –muhtemelen geçici süre için- sığınmıştır. Ermenilerin bir birleri ile olan bu insani dayanışmasını Dersimliler neden abartılı rakamlarla üstleniyorlar? Dayanışma elbette çok saygın bir davranıştır. Hele bu dayanışma insan hayatı ile ilgili ise bu daha da önemlidir. Ancak bu dayanışma anlayışının da çelişkilerle dolu olduğu görülüyor. Dersimliler bir yandan Seyit Rıza ile beraber Erzincan’a girerek evinde, barkında yaşayan Ermenilerle saldırıp etkisiz hale getiriyor, hem Sansa Deresinde olduğu gibi çok sayıda Ermeninin yolunu kesip katl ederek mallarına da el koyuyor, diğer yandan da ‘’Biz Dersimliler Osmanlı tehcirine uğrayan Ermenileri koruduk, kurtardık’’ gibi söylemlerde bulunuyorlar. Bu bakış açısı çelişkilidir. G- Ermeni vatandaşları, Osmanlı döneminde eğitim, kültür, sanat, müzik ve sanat alanında ortalamanın üzerinde bir gelişmişliğe sahipti. Ermeni vatandaşların ekonomik durumları da ortalamanın üzerinde idi. Bu durum hem köylerde, hem de kentlerde böyle idi. Aynı durum Dersim’de yaşayan Ermeni vatandaşlar için de geçerli idi. Dersimde yaşayan Ermenilerin üretim ilişkileri daha canlı idi. Dersimli çeteler civar köyleri basıp mallarını gasp ederken bu çeteler içinde Ermeni çetelerin de olduğuna dair hiç bir kaynağa rastlamadım. Yaşlılarımızdan bu konuda her hangi bir duyum almadım. Bu durumda tehcir döneminde (1915 Nisan ayı ve sonrası) bir kısım Ermeninin Dersim’de yaşayan soydaşlarına sığınması, onların da buna olanak sunmasından Ermeni olmayan Dersimlilerin övünmesi pek anlaşılır durum değildir. H- Osmanlı devleti 1915’de Ermenileri tehcire tabi tutarken bunu egemen olduğu coğrafyada uygulamıştır. Dersim coğrafyasının önemli bir kısmı çok engebeli olduğundan Osmanlı devleti zaten Dersim’e giremiyordu. Özellikle iç Dersim bölgesinde devlet otoritesi yok denecek kadar azdı. Tehcir haritası çıkarılırken Dersim bölgesi bu haritaya dahil edilmemiştir. Ayrıca Dersim Ermenileri çok daha içine kapanık yaşadıklarından Hıncak veya Taşnak Ermeni gurupları gibi isyanlara dahil olmadılar. Böylece istisnalar hariç, Anadolu’da yaşayan Ermenilerin uğradığı tehcir, öldürülme, mallarına el konulma gibi süreci de yaşamadılar. Ancak Dersim’li milislerin Dersim dışında yaşayan Ermenileri öldürme, mallarına el koyma gibi eylemlerine de engel olmadı veya olamadılar. Sonuç olarak; Balaban aşireti ve onun lideri Gülağa, ne Hamidiye Alaylarında yer almıştır, ne de Ermenileri katletmek, mallarına el koymak, soymak, yerlerinden sürmek gibi icraatların içinde yer almıştır. Gülağa ve mahiyetinde yer alan milisler, sadece ve sadece Rusya’dan gelen ve bölgede isyan çıkarmaya çalışan, bu arada da halka zulme eden Taşnak milisleri ile yer yer çatışmış, fakat yerli Ermeni halka dönük –küçük sayılabilecek birkaç olay ve öldürme dışında- her hangi bir icraatı yoktur. O ve yanında yer alan milisler, Rus işgal ordusuna karşı yurtlarını, bölgelerini savunan halk önderleri ve kahramanlarıdır. Yaptığı mücadele Erzurum’da Nene Hatunların, Maraş’da Sütçü İmamların, Antep’te Karayılan ve Şahin Beylerin, Ege’de Demirci Efe gibi diğer Efelerin kahramanca direnişlerinden hiç bir farkı yoktur. Utanılacak bir kişi değil, gurur duyulacak bir kahramandır. Balabanlıların Ergenekon kumpas davasına dahil edilmesi de onun örgütçü tutumu ve yurtseverliği yüzündendir. Emperyalist ülkelere hizmet eden iç düşmanların yurtseverliğe karşı ne kadar haince tutumlar sergilediklerinin kanıtıdır. Eğer bir eleştiri ve sorgulama yapılacak ise bu sorgulama şöyle olmalıdır. Osmanlı Devleti, Rus işgaline uğradığında Hacıbektaş’lı Çelebi Ahmed Cemalettin Efendi ve Erzincan çevrelerinde yaşayan Alevi aşiretlerin tamamı milis alayları kurup kendi ülkelerini savunurken, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin neden tıpkı Alevi aşiretler gibi milis alayları kurmayıp yurt savunmasında yer almadıklarıdır. Asıl sorgulanması gereken durum, Ermenilerin neden kendi ülkesini savunma konusunda bir girişimde bulunmadığıdır? Neden işgalci Emperyalistlerin safında yer aldığıdır? Çarlık Rusya ve İngiltere’nin Osmanlı devletini yenmek için kendilerini araç olarak kullandıklarını görmemeleridir. Aynı şekilde Bolşevik Devrimi sonrası 1918 başlarında geri çekilen Rus Ordusunun geride kalan Ermenilerin yaşamlarını güvence altına alma konusunda bir önlem almadığıdır. Rus Ordusu geri çekildikten sonra otorite boşluğunu dolduran Ermenilerin fırsattan istifade köylerde katliamlar yapmasını önlememesi ve bu yaptıklarının ileride başlarına bela olacakları konusunda Ermenileri uyarmadığı veya önlemediğidir. Ve belki de en önemlisi Çarlık Rusya başta olmak üzere Emperyalist ülkelerin istekleri doğrultusunda isyan eden Ermenilerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hemen her yerde azınlık olduklarını görmemeleridir. Azınlığın, çoğunluğu yönetmeye kalkmasının hem çok riskli hem de adil olmadığı konusunda Ermenilerin gerçekçi düşünmediğidir. Ermeniler yüzyıllardır kendi devletlerini kur(a)mamışlardı. Bugünkü Ermenistan coğrafyası dahil son birkaç yüzyılda bu toprakları Karakoyunlular, Akkoyunlular’ın yönettikleri, daha sonra İran ve Osmanlı arasında sürekli el değiştirdiği bilinmelidir. 1900’lü yılların başında bile şimdiki Ermenistan devleti sınırları içinde yaşayan Ermenilerin nüfusu % 50 civarında bile değildi. Tehcir sonucu ve 1918’de Doğu Anadolu’dan can havli ile kaçan Ermeniler, şimdiki Ermenistan topraklarına yerleşerek ancak çoğunluğu sağlayabildiler. Ve bu şekilde kendi devletlerini kurabildiler. Ve elbette SSCB’nin şemsiyesi altına girerek devletlerini yaşatabildiler. Şunu da hatırlatmakda yarar var. Daha önce Ermenistan toprakların yaşayan azınlıkların oranı ne oldu? Ermenistan 1920’de kurulurken % 37 civarında olan Azerbaycan Türklerinin oranı şimdi ne kadar? Bunlarla ilişkileri ne durumda? Öncelerini Ermenistan’da yaşayan etnik unsurların büyük çoğunluğu artık orada yaşamıyorlar. Ermenistan ile Azerbaycan arasında bitmek tükenmek bilmeyen çatışmalara, Karadağ konusuna da hiç girmeyelim. Kısacası tarih hiç bir zaman roman ve hikaye değildir. İbret alınacak acı gerçeklerle doludur. Tarihi olayları bugünün kriterleri ve değerleri ile ele alamayız. Her olay kendi koşulları içinde ve o günün tarihi değerleri düzleminde yorumlanabilir. Örneğin ‘’Önceleri Dersim’de neden başlık parası alınıyordu?’’ diyemeyiz. Bugün Başlık parası almak ne kadar yanlış ise 100 yıl önce Başlık parası kültürünün o dönemin temel değerleri içinde yer aldığını bilmemiz gerek. Sonuç olarak; Dersimli Kürtçü kesimlerin Gülağa ile ilgili suçlamaları sadece yanlış değil ayrıca o günün değerlerine de aykırıdır. Dersimliler eğer kendi değerlerine sahip çıkmak istiyorlarsa Gülağa’ı bir katil değil, bir kahraman gibi ele almalıdırlar. Heykelini dikerek ona sahip çıkmalıdırlar. Bir Caddeye ismini vererek kendi değerlerini yaşatmalı ve tarihi olaylara Emperyalist kesimlerin penceresinden bakmamalıdırlar. Muhabbetlerimle *** Ek Not: Bu fakir bir tarihçi olmamakla birlikte gençlik yıllarından bu yana tarihi olayları inceleyen, değerlendiren, yazan, birikimlerini paylaşan bir kişidir. Tarihi olaylara resmi tarih penceresinden bakmak ve yorumlamak yerine yaşadığı, tanık olduğu, gözlemlediği pencereden bakmaktadır. 1926 doğumlu rahmetli amcam Mehmet Ali Balaban, 1998’de ‘’Balaban Aşireti soy seceresi’’ adlı bir kitap çıkarmıştır. Kapsamlı bir alan çalışması olan bu kitapta Balabanlıların yaşadığı bütün köyler, Balabanlıların hepsinin aile kökenleri ile birlikte yaşadığı köylerinin tümü yer almıştır. Balabanlıların Ali’ler kolunun Pülümür / Tunceli topraklarında yaşadıklarını da belirtmekte yarar olmalı.

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER