SOYKIRIM YAPMADIK, VATAN SAVUNDUK…
OCAKLAR
SOYKIRIM YAPMADIK, VATAN SAVUNDUK…
ALİ TİMURTAŞ ÖZMEN yazdı…
Her milletin tarihinde üzücü olaylar vardır!..
Her devletin tarihinde katliamlar vardır!..
Osmanlı Devleti’nin de tarihinde üzücü olaylar ve katliamlar vardır!..
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de tarihinde üzücü olaylar vardır!..
Ama, bu olaylar asla bir soykırım değildir!..
Her ölümle sonuçlanan olay soykırım değildir!..
Soykırım demek, “siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle, azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemi” demektir!..
Her yıl 24 Nisan geldiğinde aynı konunun ‘ temcit pilavı’ misali gündeme gelmemesi için acil eylem planı yapılarak ivedilikle dünya genelinde harekete geçilmelidir!..
Fırsat doğunca hemen saldırıya geçenler!..
Sözde birlikten bahsedip hadi göster deyince kaçanlar!..
Kadim düşmanlarımız bellidir!..
Ancak, hem Türk Milleti’ne hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlığa yönelenlerin Anayasamızda tarifi yapılan Türk Milleti tanımı dışına çıktıkları ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne olan vatandaşlık bağlarını da hukuken sürdürmekle birlikte fiilen kopardıkları ortadadır!..
Bu gafillerin tarihimizden habersiz olması inandırıcı değildir!..
Tarihimize bakınca ne görüyoruz?..
Kısa kısa Sözcü Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’den alıntı yapıp delillendirelim:
“ 200 yıl önce, tee 1820'de…
İlk Amerikan misyonerleri Anadolu'ya ayak bastı.
İstanbul'u merkez üs yaptılar, ilk teması Osmanlı vatandaşı Ermeni tüccarlarla kurdular, Gregoryen Ermenilere ticaret imtiyazları sağladılar, bu ticari bağ sayesinde Ermenilerin bazılarını Protestan mezhebine ikna ettiler, böylece, Osmanlı topraklarında tamamı Ermenilerden oluşan Protestan cemaati oluşturdular.
1850'den itibaren eğitim işine girdiler, parayı bastılar, bir anda mantar gibi türediler, 80 lise, 8 yüksek kolej, 16 yatılı kız okulu açtılar, 30 bin öğrenci sayısına ulaştılar, İstanbul'un yanısıra İzmir'e Antep'e Kayseri'ye Mersin'e Harput'a Merzifon'a yayıldılar, 100 yıl boyunca hiç Türk öğrenci almadılar, sadece Hıristiyanları ve özellikle Ermeni çocuklarını eğittiler. Gözlerine kestirdikleri Ermeni gençlerine ABD vatandaşlığı verdiler, ABD'ye götürdüler, burs verdiler, Amerikan üniversitelerinde okumalarını sağladılar.
Bu topraklarda 163 kilise açtılar.
Amerikalı misyoner hekimlerin faaliyet gösterdiği 9 hastane, 10 dispanser açtılar, Ermenilerin adeta “aile hekimi” oldular!
Bununla yetinmediler, Amerikan gazetelerine imzasız mektuplar göndererek, Ermenilerin sırf hırıstiyan oldukları için öldürüldüklerini, sırf Ermeni oldukları için topluca katledildiklerini yazmaya başladılar. Amerikan gazeteleri de bu mektupları sanki gerçek belgeymiş gibi sayfalarına taşımaya başladılar.
Sivas'ta Erzurum'da Elazığ'da ABD konsolosluğu açtılar, sadece Ermeni personel kullandılar, Taşnak ve Hınçak'ın temellerini attılar.
Şimdi sıkı durun lütfen…
Tee 1894 yılında, tee 127 yıl önce, Amerikan Senatosu'nda Ermeni sorunu gündeme getirildi, tasarı sunuldu, Ermenilerin öldürüldüğü iddiasıyla Osmanlı devleti kınandı!
1896'da, yani 125 yıl önce, Amerikan Senatosu'na ve Temsilciler Meclisi'ne bir tasarı daha sunuldu, Ermenilerin can güvenliğini korumak için Osmanlı'ya askeri müdahale yapılması istendi!
1914…
Alfred Rüstem Bilinski, Washington büyükelçimiz oldu.
Gördüğü tablo akılalmazdı.
Amerikan basınında koro halinde Ermeni propagandası yapılıyordu, Türklerin Ermenileri kılıçtan geçirdiğini, katliam yapıldığını, çocukları bile öldürdüğümüzü yazıyorlardı, ABD'nin Ermenileri korumak için mutlaka savaş gemileri göndermesini istiyorlardı.
Halbuki, henüz Osmanlı devleti birinci dünya savaşına girmemişti, Osmanlı topraklarında henüz kimsenin burnu bile kanamamıştı, bırakın öldürülmeyi, tutuklanan Ermeni bile yoktu.
Alfred Rüstem bey, düşündü taşındı, basın yoluyla yapılan iftira saldırılarına basın yoluyla cevap vermenin yolunu buldu, Evening Star gazetesinde röportajının yayınlanmasını sağladı.
“İngiltere, Fransa ve Rusya tahrik kampanyasına girişti, ABD'yi yanlarına çekip Osmanlı'ya saldırmak istiyorlar, ABD'nin bu adi tuzağa düşmeyeceğine inanıyorum, Türkiye'de bir tek vatandaşın bile burnu kanamadı, Amerikan gazeteleri yalanlar yazıyor” dedi.
Sözünü sakınmamıştı…
“Siz önce aynaya bakın, kendi çirkin yüzünüzü görün, bizi karalamaya çalışan ABD'nin yüzkarası katliam suçlarını herkes biliyor” dedi.
Alfred Rüstem'in bu röportajı Washington'da bomba etkisi yarattı.
ABD başkanı Wilson küplere bindi.
Derhal resmi olarak özür dilemesi istendi.
Alfred Rüstem özür mözür dilemedi.
“Tamamen doğru olan sözlerim nedeniyle niye özür dileyeyim, Amerikan gazeteleri Türk milleti hakkında yalanlar yazıyor” dedi.
Bu cevap bardağı taşıran damla oldu.
Derhal “istenmeyen adam” ilan edildi.
Derhal “ülkeyi terketmesi” istendi.
Ekim 1914'te İstanbul'a döndü.
Dikkatinizi çekerim…
Yıl henüz 1914.
Osmanlı henüz dünya savaşına girmemiş, Çanakkale Savaşı henüz olmamış, Doğu'da henüz Rus istilası olmamış, Rus desteğiyle silahlı Ermeni isyanları henüz başlamamış, bir Ermeni'nin bile kılına dokunulmamış, ortada henüz tehcir mehcir yok.
Ama, Amerikan basını Ermeniler katlediliyor diye yayın yapıyordu.
Amerikan basınının yalanlarını basın yoluyla çürüten Osmanlı büyükelçisi Alfred Rüstem ise, Washington yönetimi tarafından “istenmeyen adam” ilan ediliyor, ABD'den kovuluyordu.
Dikkatinizi çekerim…
Henüz tehcir bile yokken, “soykırımcı” ilan edilmiştik!
Minare çalınmadan, kılıfına uydurmuşlardı.
Çünkü…
Büyükelçimiz Alfred Rüstem'i “istenmeyen adam” ilan eden ABD başkanı Woodrow Wilson'dı.
Kendisini “bağımsız Ermenistan'ın kurucu babası” ilan etmişti.
Türkiye topraklarını da kapsayan Ermenistan'ın sınırlarını bizzat ABD başkanı Wilson çizmişti.
Harita bile bastırmıştı.
Erzurum'u Van'ı Bitlis'i Sivas'ı Diyarbakır'ı Trabzon'u, Ermenistan'a dahil etmişti, mütevazı davranıp İstanbul'u bize bırakmıştı!
Bizim Amerikan mandacılarının kurduğu Wilson Prensipler Cemiyeti'nin Wilson'ı işte bu arkadaştı!
Alfred Rüstem Bilinski'ye dönersek…
1914'te Washington'dan İstanbul'a geldi.
Bir daha diplomatik görev almadı.
1919'da memleket işgal edildi.
Bir saniye bile düşünmeden Anadolu'ya geçti.
Kuvayı Milliye'ye katıldı.
Sivas Kongresi'ne katıldı.
Ankara milletvekili oldu.
Vahdettin'in idam fermanında Mustafa Kemal'le birlikte Alfred Rüstem Bilinski'nin adı da yeraldı.
Tarihi süreci bilmeyenler, Alfred Rüstem Bilinski'nin Kuvayı Milliye'nin beyin takımından bile önce, milli mücadelenin çekirdek kadrosundan bile önce, İsmet İnönü'den, Fevzi Çakmak'tan bile önce, idam fermanında yeralmasını şaşırtıcı bulabilir.
Halbuki… Alfred Rüstem'i, Kuvayı Milliye'ye katıldığı için değil, ABD'nin soykırım yalanına direndiği için, Amerikan basınının soykırım yalanını Amerikan basınında çürüttüğü için, idam fermanına monte etmişlerdi.
İngilizler Vahdettin'in eline liste veriyor, o da listeyi Nemrut Mustafa mahkemesine vererek, hepsine idam cezası çıkartıyordu.
Mustafa Kemal'le birlikte Alfred Rüstem hakkında idam kararı veren Nemrut Mustafa mahkemesi, tehcir davasına da bakan mahkemeydi!
Sözde soykırımın düpedüz yalan olduğunun en önemli kanıtlarından biri, Alfred Rüstem Bilinski'dir.
(Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bu asrın iftirasına karşı mücadelesini sürdürdü. “Türk-Ermeni Meselesi” adıyla kitap yazdı, İsviçre'de Fransızca olarak yayınladı. Türkçe'ye de çevrilen ve mutlaka bulup okumanızı önerdiğim bu kitabının önsözünde şunları söylüyordu…)
(“Kendi adımla kaleme aldığım bu kitabı, Türkiye'nin ve Türk halkının suçlu olmadığını ispat için yazıyorum. İhtirasların ağır bastığı Ermeni meselesinde, Ermeni komiteleri ve itilaf devletleriyle ilgili çok acı gerçekleri gözönüne seriyorum. Bu eseri bitirirken yazdığım son sözü, burada bir kere daha tekrar ediyorum… Tarihe karşı bu yalan cinayetini işleyenler, tarihin akışını değiştirenler kendine gelmeli… Ermeniler lanetlerini Türk halkına değil, onlara yöneltmeli.”)
Sözde soykırım, temeli 200 yıl önce atılmaya başlanmış emperyalist bir yalandır.
Tehcirden 20 yıl önce ABD Senatosu'na “Türkleri kınama tasarısı” olarak getirilmiş bir yalandır.
Tehcirden 20 yıl önce ABD Temsilciler Meclisi'ne “Türklere askeri müdahale tasarısı” olarak getirilmiş bir yalandır.
Tehcirden üç yıl önce ABD basınında sahte mektuplarla “manşet” yapılmaya başlanmış bir yalandır.
Diplomasi yerine diplomasızları koyan… Liyakat yerine tarikat-cemaat koyan Akp hükümetinin vebali, çok ağırdır.
Kazım Karabekir, Kars'ı fethetti.
Ermenistan genelkurmay başkanını esir aldı.
Rapor hazırladı, Ankara'ya gönderdi.
Ermeni işgali altındayken Kars'ta yaşananları sıraladı.
Dehşetti.
Sadece Kars merkezde 1.700 Türk öldürülmüştü. Süregül ilçesinin 60 köyü tamamen yok edilmişti, insanların tamamı ve hatta hayvanları bile imha edilmişti. Zarşat ilçesinde 25 bin kişi yaşıyordu, beş bini katledilmişti. Sarıkamış'ta 57 köy haritadan silinmişti. Kağızman'ın hakeza. Arpaçay'ın 35 köyünde canlı insan bırakmamışlardı.
Kazım Karabekir'in gözlemci olarak davet ettiği Amerikalılar bu vahşetin fotoğraflarını çekmişti.
Yedi yaşındaki kızların bile ırzına geçilmişti, 30 askerin peşpeşe tecavüz ede ede öldürdüğü kadınlar vardı, cinsel organına odun sokularak öldürülmüş kadınlar vardı, dere yataklarında çocuk-kadın cesetleri bulunuyordu, erkeklik organları kesilip ağızlarına sokulmuş erkek cesetleri vardı, köpeklere yedirilen insanlar vardı, tabanlarına nal çakılarak öldürülen insanlar vardı, kazığa oturtulanlar vardı, kafa derisi yüzülenler vardı, öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kolları, bacakları, kafaları, kasap dükkanı gibi çengellerle duvarlara asılmıştı, kadınların memeleri kesilerek çiviyle duvarlara çakılmıştı.
(Bunların hepsinin Türk Tarihi Kurumu arşivinde, kitaplarında, fotoğrafları, belgeleri var, internetten bile ulaşabilirsiniz.)
Ermeni çeteleri 1915-1920 yılları boyunca Kars, Ardahan, Iğdır, Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Van'da toplu katliamlar yaptı, silahsız insanları camilere, samanlıklara, ahırlara doldurup, ateşe verdiler.
Türk Tarih Kurumu başkanlığı, 2003 yılında, yabancı biliminsanları ve yabancı medya eşliğinde, 67 uluslararası gözlemci eşliğinde, Kars'ın Kalo/Derecik köyünde kazı yaptı.
Toplu mezar ortaya çıkarıldı.
Yakılarak öldürüldüğü tespit edilen, birbirine karışmış iskeletlere ulaşıldı, çocuk iskeletleri çoğunluktaydı.
Derecik köyünün nüfusu 671 kişiydi, 660 kişi öldürülerek, yakılarak, toplu mezara gömülmüştü, sadece 11 kişi kurtulmuştu.
Ermeni vahşeti korkunçtu, ama, Ermeni propagandası daha korkunçtu. Topraklarımızda bunlar yaşanırken, Amerikan, İngiliz ve Fransız gazetelerinde “Kemalist güçlerin Kars'ta canavarlık yaptığını” yazıyorlardı, “Ermenileri boğazladığımızı, evleri yağmaladığımızı, kadınların ırzına geçtiğimizi, güzel kızları köle olarak sattığımızı” yazıyorlardı. Kendileri ne yaptıysa, “Türkler bize yaptı” diyorlardı.
Bir tek örnek vereyim…
Rus arşivlerinde bile açık açık “Van'da Ermeni çeteciler tarafından 23 bin Türk'ün katledildiği” kayıtlıyken, Van'da görev yapan Amerikalı misyoner Clarence Ussher “55 bin Ermeni katledildi” diye rapor göndermişti!
Fransa, Ermeni lejyonu kurmuştu.
Kıbrıs Magosa'daki askeri kampta İngilizler tarafından eğitilen 120 bin Ermeni gönüllüye Fransız üniforması giydirmişler, bunları üstümüze salarak, Adana'yı Mersin'i işgal etmişlerdi.
Maraş'ta ilk kıvılcım çakıldı.
Fransız üniformalı işgal askerleri, Türk kadınlarına sarkıntılık etti, peçelerini yırttı, çakmakçı Sait yumruğuyla saldırdı, göğsüne ateş ederek öldürdüler, henüz 22 yaşındaydı, hadiseye şahit olan sütçü İmam belinden tabancasını çekti, Sait'i vuran işgal askerini öldürdü.
Fransız üniformalı o işgal askeri, Ermeniydi.
Agop Hırlakyan, Maraş'ın en zengin tüccarıydı.
Ermeni milliyetçisiydi.
Fransız işgal kuvvetleri komutanını şehrin girişinde davul zurna çaldırarak karşılamış, yerlere kadar eğilerek malikanesine davet etmişti, işgal şerefine (!) müzikli-danslı balo tertiplemişti.
İçkinin su gibi aktığı baloda, Fransız işgal kuvvetleri komutanı, Hırlakyan'ın torunu Helena'yı dansa kaldırmak istedi.
Helena nazlandı… “Beni mazur görün lütfen, şehrimizin kalesinde Türk bayrağı dalgalandığı sürece, sizinle dans edemem” dedi!
Fransız komutan, mahzun Helena'yı mutlu etmek için derhal emir verdi, Maraş Kalesi'ndeki Türk bayrağı sökülürcesine indirildi.
Agop Hırlakyan, Maraş'ı kurtardığımız gün kaçmaya çalışırken öldürüldü, “soykırım kurbanı” ilan edildi!
Adana'da kulakları sağır eden bir patlama oldu.
Ermeni episkoposu Muşeg'in eviydi.
Mahallede sağlam bina kalmadı.
Muşeg'in kardeşi dahil, 30'dan fazla Ermeni öldü.
Güya din adamının eviydi ama, bomba imalathanesiydi.
Fransızlar enkazda inceleme yaptı, Türklerin isim listesi bulundu, öldürülmesi kararlaştırılmış Türklerin listesiydi.
Aslına bakarsanız, Ermeni episkoposu Muşeg bu terör faaliyetlerini 20 yıldır sürdürüyordu, bölgedeki herkes biliyordu, tek tek seçtiği fedailerini Rusya'ya eğitime gönderiyordu.
Kilisesinin altına tüneller açtırmıştı, silah depoları vardı.
Ermeni evlerini cephaneliğe çevirmişti.
Ermenistan bayrağıyla dolaşıyordu.
Ermeni çetecilerin Zeytun'da Haçin'de Dörtyol'da yaptıkları korkunç katliamların altında, hep o vardı.
Vahşetleri anlatılır gibi değildi…
Türkleri öldürüyor, kendi kanıyla vücutlarına haç çiziyorlardı.
İnsan sıfatını taşıyan biri, kasaturasını saplayarak, iki yaşındaki üç yaşındaki çocukların gözlerini oyabilir mi?
Oyuyorlardı.
Çocuklar feryat ede ede can veriyordu.
Osmanlı ordusu tarafından yakalanma ihtimalleri doğduğunda, İskenderun ve Mersin limanında demirlemiş İngiliz ve Amerikan zırhlılarına sığınıyorlardı.
Muşeg, tehcir sırasında Mısır'a kaçmıştı.
Fransız işgaliyle geri dönmüştü.
Kuvayı Milliye gelene kadar, Fransız üniformasıyla Adana'ya dönen 40 bin Ermeniyle birlikte, Türk soykırımı yaptılar.
Savunmasız sivilleri öldürdüler, yaktılar yıktılar, yağmaladılar.
Ağaçlara astılar, diri diri kuyulara attılar.
Kadınlara tecavüz ettiler.
İncirlik köyü'nde Türkleri bir eve topladılar, top atışıyla katlettiler.
100 kadar Türk'ten oluşan kafile mesela… Canlarını kurtarmak için göçetmek üzere Tarsus yoluna çıkmıştı, Ermeni çeteleri tarafından durduruldular, Kahyaoğlu Çiftliği'ne getirildiler, erkekleri ve çocukları tek tek süngüyle öldürdüler, kadınlara önce tecavüz ettiler, sonra öldürdüler, kadınların bileziklerini küpelerini soymak için, ellerini kulaklarını kestiler.
Camili köyü'nü bastılar.
70'ten fazla insanın boğazını kesip, Ceyhan Nehri'ne attılar.
Fransızlar soruşturma bile açmadı.
Şişmanyan adında bir çeteci vardı.
“Ermeni devleti kuvvetleri komutanı” sıfatıyla dolaşıyordu.
Polis teşkilatı kurmuştu!
Kuvayı Milliye'den teğmen Selahaddin'i yakaladılar, kafasını kestiler, bir topun üzerine yerleştirdiler, Adana caddelerinde dolaştırdılar.
Fransızlar güya adalet komisyonu kurmuştu.
İki Ermeni şahit yeterliydi.
Bu şahitlerin ifadesiyle, Türklerin malını mülkünü tarlasını hayvanını elinden alıyorlar, “gerçek sahibi” diye Ermenilere veriyorlardı.
Türklerin şahitliği kabul edilmiyordu!
Kozan'da 500'den fazla Türk öldürüldü.
Kozan defterdarı Hamdi efendi, mektupçu Ali Rıza efendi, emekli yüzbaşı Mehmet bey, fırında yakıldılar.
Saimbeyli'de 500 kadar Türk vardı, Saimbeyli'yi kurtardığımızda sağ Türk kalmamıştı.
Fransız bankaları, işgal altındaki Mersin'de Adana'da şube açmıştı, Türklerden boşalan ve işgal ordusu tarafından el konulan mülkleri satın almaları için Ermenilere sudan ucuz kredi veriyorlardı.
Mary Louise Graffam.
Kadın misyonerdi.
Massachusetts'te din eğitimi almıştı, 1901 yılında Osmanlı topraklarına gönderilmişti, 18 yıldır Sivas'taydı.
Amerikan Kızlar Okulu'nun müdürüydü.
Bağımsız Ermenistan'ın en ateşli savunucularından biriydi.
1915'te yıkıcı faaliyetleri nedeniyle sınırdışı edildi, Saray'a yapılan baskılar üzerine affedildi, Sivas'a geri döndü.
Ermeni öyküleri kaleme aldı, tanıksız olaylar anlattı, Amerikan gazetelerine mektuplar yazdı.
Bu yazdıkları “soykırım belgesi” kabul edildi!
1921'de kanserden öldü, Sivas'ta toprağa verildi.
Ermeni diasporası tarafından “soykırım kurbanı” ilan edildi!
Aynı dönemde, Merzifon'da Amerikan Koleji'nde arama yapıldı.
Pontus bayrağı bulundu.
Pontus bağış makbuzları bulundu.
39 Amerikalı sınırdışı edildi.
Merzifon Amerikan Koleji, Pontusçu örgütlenmenin merkeziydi.
Resmi adı, Anadolu Koleji'ydi.
1886'da kurulmuştu.
Öğretmen kadrosu, Amerikalı, Ermeni ve Rum'du.
Yatılıydı, hem kız, hem erkek bölümü vardı, İngilizce eğitim veriyordu, ilahiyat okuluydu.
“Protestan din adamı yetiştiriyoruz” maskesiyle, binden fazla Ermeni ve Rum gencini eğitmişlerdi.
Kolej müdürünün mektubu ele geçirilmişti.
“Sonucu elde etmek için gerekirse 500 yıl bekleyeceğiz” diyordu!
9 Eylül, İzmir'e girdik.
Dört gün sonra İzmir yangını başladı.
Bugünkü Kültürpark alanında yeralan Ermeni mahallesinde başlamıştı, gaz dökerek, 25 ayrı evi dinamitlerle patlatarak, yangın başlatmışlardı, söndürmek için müdahale etmeye çalışan itfaiyecilere ateş açmışlardı, denizden karaya esen imbat'ın etkisiyle Türk mahallesine doğru yayılacağını tahmin ediyorlardı, rüzgar ters esti, yangın tam tersi yönde yayıldı, o zamanlar Punta tabir edilen Levanten mahallesi Alsancak'ı yokederek, Kordon'a dayandı.
Bunun böyle olduğunu, yani yangının Ermeni mahallesinde başladığını, bizzat Ermeniler tarafından başlatıldığını kim söylüyor?
İzmir itfaiye müdürü Paul Greskoviç'in resmi raporu söylüyor.
Avusturyalıydı.
Çünkü… İzmir'in itfaiye teşkilatını, levanten mahallelerini sigorta eden yabancı sigorta şirketleri konsorsiyumunu kurmuştu, başına da Paul Greskoviç'i getirmişlerdi, Osmanlı vatandaşı değildi, maaşlı profesyoneldi, 12 yıldır bu görevdeydi.
İzmir yangınını Ermenilerin çıkardığını ortaya koyan, hatta yangını gözlemlemek için Ermeni mahallesine gittiğinde kendisine bile Ermeniler tarafından kurşun sıkıldığını anlatan resmi raporunu İstanbul'daki ABD temsilcisi amiral Bristol'e de göndermişti.
Bu rapor şu anda, Amerikan Kongre Kütüphanesi'nde amiral Bristol evrakları arasında “38 genel yazışmalar” dosyasında duruyor.
(Tüm bu somut gerçeklere rağmen, İzmir'i biz Türklerin yaktığı iddia ediliyor, hatta bu iftirayı içeren Amerikan televizyon dizileri çekiliyor. Örneğin… Steven Spielberg ve Tom Hanks'in ortak yapımı olan, 2010 yılında vizyona giren “The Pacific” isimli dizide, bu somut yalan kullanılıyor.)
İzmir yangını sırasında, ABD'nin İzmir konsolosu George Horton'du.
Türk ordusu İzmir'e girmeden önce Washington'a acil koduyla telgraf çekmişti.
“Yunan ordusu tükendi, Uşak'tan Kütahya'dan Aydın'dan çekildiler, çekilirken bu şehirleri yaktılar, benim kanaatim odur ki, İzmir kurtarılamaz, işittiğime göre Yunan ordusu şehri yakacak, Yunan askerlerinin cephanelikleri havaya uçuracakları, şehri yağma edecekleri söyleniyor, konsolosluk mensuplarıyla Amerikan vatandaşlarının hayatlarını kurtarmak için, tahliye için acilen bir kruvazör gönderiniz” diyordu.
O kruvazör geldi.
Amerikalıları götürdü.
ABD konsolosu George Horton, Yunanistan hayranıydı.
Eşi Yunan'dı.
İzmir'e gelmeden önce Atina'da Selanik'te görev yapmıştı.
Yunanistan dışında kariyeri yoktu.
Biz Türkleri “şeytan” olarak görürdü.
Nefret ederdi.
İzmir'den ülkesine döndü, emekli oldu, 1926 yılında “The Blight of Asia-Asya'nın Belası” adıyla kitap yazdı.
9 Eylül'de İzmir'den kaçarken “Yunan ordusu Uşak'ı Kütahya'yı Aydın'ı yaktı, İzmir'i de yakacak” diye resmi rapor yazdığı halde, Washington'a kendi elleriyle bu telgrafı çektiği halde, dört yıl sonra kaleme aldığı kitabında, utanmadan “İzmir'i Türkler yaktı” dedi!
Şehre girdikten sonra “etnik temizlik yaptığımızı, soykırım yaptığımızı, 100 bin Rum'u öldürdüğümüzü, şehri yağmaladığımızı, boğazladığımızı, ateşe verdiğimizi” yazdı!
Böylesine ahlaksız bir diplomattı.
İzmir'deki Avusturyalı itfaiye müdürünün resmi raporuna rağmen, Amerikan devlet arşivlerinde olmasına rağmen, hatta, Amerikan Kongre Kütüphanesi'nde olmasına rağmen… Bu ahlaksız diplomatın iftira kitabı ABD'de piyasaya çıkarıldı.
Türkiye'yi ve biz Türkleri utanmadan “soykırımcı” ilan eden, Washington yönetimi ve Ermeni diasporası'nın sicili işte bu.
“Ermeni soykırımı” iftirasına böyle sessiz kalmaya devam edersek, yine ABD odaklı “Rum soykırımı” iftirasına herkes hazır olsun!"