KAZIM BALABAN yazdı...
Erzincan ili, Tercan ilçesi Bulmuş köyüne bağlı olan ve doğup büyüdüğüm, ailece birlikte yaşadığımız bir mezramız vardı. Mezra, köyümüze 1850 metre mesafede yer alıyordu. Mezraya yakın Balyayla adında bir köy daha vardı ve orası da 2 km’den biraz daha uzakta bulunuyordu. Çevrede birkaç mezra daha vardı ve en yakını 2 km uzaktan başlıyordu.
Mezrada ailemiz dışında bazen bir, bazen iki veya üç aile daha yaşarlardı. Bu ailelere kent dilinde Yarıcı, kasaba dilinde de Maraba denirdi. Bu yarıcılar mezra sahibinin tarlasını ekip biçer ve onun arazisinin diğer imkânlarından yararlanır, bunun karşılığında ektiği ürünün yarısını mezra sahibine verdikleri için bunlara YARICI denirdi. Doğu ve Güneydoğu’da geniş arazileri ve köyleri olan, bu arazilerini de yarıcılık usulü ile yoksul köylülere kullandıranlara Ağa denirdi. Ağalık sistemi ilkel feodal sistemde önemli yer teşkil etmektedir ve kendine özgü bir çok kural, ve uygulamalara neden olmaktadır.
Bugün Ağalık sistemi göçler nedeniyle etkisini önemli ölçüde yitirmiş ve yerini kentlerde kapitalist sistemin Patron – Mafia- Belediyeler üçlüsünün sömürü ağırlıklı sistemine kaptırmıştır.
Bizim yörede Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan Ağalık sistemi pek yoktu. Bir asır önce bugünün Doğu Anadolu’sunda yaşanan Ağalık sistem ile kıyaslandığında bile daha güçsüz ve etkisiz olan bu sistem bizim çocukluk dönemlerimizde maziye karışmış ve geride cılız bir Yarıcılık sistemi bırakmıştı. Bundan dolayıdırki bölgemizde yaşayan Yarıcılar birkaç sene içinde kısmen de olsa ekonomik olarak toparlanıyor ve genelde kentlere göç ediyorlardı. Bizim mezrada yaşayan Yarıcıların çoğu da bu şekilde birkaç yıl kaldıktan sonra bir takım nedenlerle kentlere veya başka yerlere göç ediyorlardı.
Bazı kışlar çok kar yağardı. Yağan kar bir süre sonra sertleşip kabuk bağlıyor ve aynı zamanda biraz da sıkışıp iniyor ve öyle kalıyordu. Bu karda yürümek zor olduğu için insanlar bir yerden bir yere gitmek istedikleri zaman bir birlerinin ayak izine basarak giderlerdi. Bu izlere çığır denirdi. Önden giden kara bata çıka ilerler ve peşindekiler de aynı izlere basarak yolu daha kolay yürünür hale getirirlerdi. Kar birkaç gün kalıp sertleştikten sonra karı yara yara çığır açmak çok zahmetli olurdu. Bazen de yerdeki kar tekrar donar ve onun üzerinde batmadan yürümek mümkün olabiliyordu.
O yıllarda şimdi olduğu gibi iş makineleri pek yoktu ve kışın köy yolları pek açılamazdı. Köy yolunu açmak icab ediyorsa tıpkı köyün sulama kanalını açmada olduğu gibi köylüler bir araya gelir ve her aileden bir kişi küreğini sırtlayarak el birliği ile köy yolunu ağzı geniş olan tahta küreklerle açarlardı. Bu ortak çalışmaya da İmece denirdi.
Evimiz yamaç bir yerde yapılmıştı. Ön tarafı 2 katlıydı ve hem arkaya, hem yana doğru uzanıyordu. Arkaya doğru uzandıkça yerden yüksekliği giderek azalıyordu. En arka tarafta ise bir metreden daha alçak duruma geliyordu. Eski köy evleri şimdikiler gibi çatılı, kiremitli değillerdi. Üstleri toprak örtülüydü ve bu çatılara DAM deniyordu. Dam aynı zamanda ambar, oda, eşya konan yer anlamına da geliyordu. Bu evlerin çatıları LOĞ denilen ve yontularak yuvarlak şekile sokulan bir taşın yuvarlatılması sonucu evlerin üstlerine serptirilen samanla karışık toprak sıkıştırılarak yağmur sırasında evlerin damlaması önlenmeye çalışıyordu. Bu şekilde bakım yapılan evler yağmurda damlamazlardı. Bu tür düz ve üstü topraklı evlerin üstlerinde ayrı ayrı hem duman bacaları, hem de aydınlatmak için pencere niyetine yapılan bacalar bulunurdu. Aydınlatma bacaları genelde bir kucak genişliğinde olur ve hem yağmurlu anlarda yağmur suyunun içeri girmesini engelleme, hem de kar yağdığında içerdeki sıcak havanın dışarı sızmasını engellemek için geçici olarak leğen veya ışık geçiren naylon gibi bir şeyle kapatılırlardı.
Evimizin aydınlatma bacalarının yanlarında birer leğen veya eski kapı gibi birşeyler hazır tutulur, yağmur anında hemen baca kapatılırdı. Kış geldiğinde bu bacaların bir kısmı naylon ile tamamen kapatılır ve etrafı çamur ile sıvanır, bir kısmı da naylonun bir köşesi arada bir açılmak üzere geçici olarak örtülürdü.
Evimiz içinde kullanım alanları oldukça genişti. Evin tek bir giriş kapısı vardı. Kapı bir koridora açılıyordu ve dış kapı arkasında da bir tuvalet vardı. Ancak çeşme evin içinde olmadığı için de sürekli kullanılamıyordu. Birbirlerine ard arda bağlı bir çok koridor ile bağlantılar sağlanıyordu. 20 büyükbaş hayvanın bağlandığı 80 m2 kadar büyük ahır ve en az bu kadar büyük bir samanlık bulunuyordu. Büyükçe bir misafir odası, birkaç küçük oda, kiler, ev damı denilen ve içinde yemek pişirilen büyükçe bir sofa ve diğer çardaklar hepsi bir dış kapıya bağlanıyordu.
Evin ön cephesi yaklaşık 8 metre yükseklikte 2 katlı bir bölümden oluşuyordu ve alt katta kümesler, ambar, büyükbaş hayvanların küçüklerini koymak için küçük ahırlar vardı ve bunların ana girişi altta olup yukarısı ile bağlantısı yoktu. Yamaç yere kurulan evin yan taraftan girilen dış kapı ve onun hizasındaki tüm bölümler tek kattan oluşuyordu. Ancak bunların yerden yüksekliği 4 metreden fazla olup oldukça yüksekti. Bunun bir nedeni ise önü 2 kat olan evin geriye doğru sarkan bölümlerinin tümünün çatılarının aynı hizaya gelmesi için yapılmış olmasından kaynaklanıyordu. Başka bir deyimle binanın ön tarafı dışardan 8 metre yükseklikte iken arka tarafı bir metrenin altında kalıyordu. Çocuklar kolaylıkla evin üstüne çıkabiliyor ve bazan evin içindeki ambarlara buğday dökülmek istendiğinde dış kapıdan getirmek yerine yukarıda bacadan içeriye dökülebiliyordu.
Bu blok evlerin dışında ayrıca küçükbaş hayvanların konulduğu ağıl, traktör garajı, tandırlık denilen ekmek pişilen yer ve bir takım evler daha bulunuyordu. Bu evlerin her birinin kapıları dışarıdan ayrı ayrı açılıyor ve evlerin bir birleri ile koridor bağlantıları bulunmuyordu.
Bu mezrada kendimize ait birkaç köpeğimiz bulunuyordu. Bu köpekler ilkbahardan kış başlangıcına kadar genelde evin dışında kalıyor ve bekçilik görevi yapıyorlardı. Gece misafir geldiğinde veya yabani bir hayvan eve yaklaştığında yüksek sesle havlayarak bizleri uyarıyor, haberdar ediyorlardı. Köpekler bazen sürüden ayrılarak eve gelmeyen sığırların yerlerini belirlemede, bazen de şiddetli depremden birkaç dakika öncesi şiddetle havlayarak sahiplerini uyarıyorlardı. Ancak kış gelip kar her yeri kapladığında yiyecek bulmakta zorlanan aç kurtlar birlikte hareket ederek geceleri köylere inip içlerinden birini köpeklere yakın bir yere yolluyor ve kurtların sürü halinde geldiğinden habersiz köpekler bu kurdu kovalamak üzere evden uzaklaşınca diğer kurtlar ortaya çıkarak hep birlikte köpeği parçalıyorlardı. Kurtların bu avlanma taktiğini bilen sahipleri bu yüzden akşamları köpekleri evin içine alarak kurtların saldırısından koruyorlardı. Kurtlar buna rağmen ev yakınlarına geldiklerinde köpekler sahiplerini uyarır, onlar da silahlanarak dışarı çıktığından kurtlar köyden uzaklaşmak zorunda kalırlardı.
Evimizde bazen dışarda gezen kedi, ayrıca tavuk, hindi gibi kümes hayvanları da vardı ve bunların hepsi kışın evden dışarı çıkamaz, çıkanlar da hemen eve geri dönerlerdi.
Sığırlara günde 3 defa yem verilir, öğleye doğru bir saatliğine dışarı salınarak köy çeşmesinden su içmeleri sağlanır, onlar dışarda iken ahırlar bir güzel temizlenir, yemliklerine yem konulurdu. Suyunu içen hayvanlar derhal ahıra dönerek bağlandıkları yerlerine geri döner ve derhal bağlanırlardı.
Ve küçükbaş hayvanlarda aynı şekilde dışarı salınır ve su içmeleri sağlanır, kuzulamış koyunların kuzuları annelerine salınarak bir süre süt emmelerine izin verilir, sonra kuzu ve koyunlar ayrı ağıllara kapatılırlardı.
Ahırlar kışın köylülerin, özellikle çocukların sürekli uğrak yeri olurdu. Ahırlar sıcak olduğu için çocuklar saatlerce orada oynar, tavuk yumurtaları toplar, ineklerin danalarını salar ve süt sağmalarını sağlar veya herkes sevdiği hayvanı kaşağı ile tımar ederdi.
Ahır ayrıca bir nevi tuvalet sayılırdı. Kış mevsiminde özellikle çocuklar tuvalet ihtiyacını ahırda giderirlerdi. Ahır bir çocuğun kışın en fazla zaman geçirdiği mekan olurdu. Hayvanlarla insanlar kışın adete iç içe yaşarlardı. Her hayvanın değişik davranış biçimi tecrübeli yaşlılar tarafından hayvanın hasta mı olduğu, yoksa doğum mu yapacağı anlaşılırdı. Onlar hayvanların davranışlarının nedenlerini teşhis konusunda son derece tecrübeli olurlardı. Öyle ki örneğin herhangi bir nedenle normal doğum yapamayan bir ineğin davranış biçimini derhal anlar ve hayvan doğurma konusunda tecrübeli bir yaşlı çağrılarak doğum yaptırılırdı.
1975 yılı Ocak ayı başlarıydı ve dışarda 70- 80 cm kalınlığında bir kar tabakası vardı. İşte böyle bir kış gününde mezramızda ilginç bir olay yaşandı. Sabah ahırın kapısı açıldığında içeride yaklaşık 4 – 5 aylık bir dana bulundu. Bu dana bize ait değildi. İçeriye nereden ve nasıl girdiği konusunda hiç kimsenin bir bilgisi yoktu. Kırmızı- sarı arası bir renkte olan dana ahırın ortasında duruyordu. Herkes bu dana hakkında birbirlerine bilgisi olup olmadığını sordu ama hiç kimsenin bir bilgisi yoktu. Herkes şaşkınlık içindeydi ve buna bir anlam veremiyordu.
Dışarda 70- 80 cm kalınlığında bir kar vardı. En yakın köy 2 km civarındaydı ve dana oradan bir türlü uzaklaşsa bile gece aç kurtlara yem olmaması neredeyse imkansızdı. Bir türlü mezraya kadar gelse bile ahıra nasıl girmişti? Birgün önce hayvanlar sulamaya çıkarılmış ve sonra hepsi yerlerine bağlanmış, akşam ahırda bulunan inekler sağılmış ve danaları altlarına salınmış, tüm hayvanlara yem verilmiş ve ahır süpürülmüştü. Ve bütün gün başta çocuklar olmak üzere herkes defalarca ahıra uğramıştı. Bu hayvanın bir gün önceden ahıra girmesi ve kimse tarafından görülmemesi mümkün değildi.
Evin tek bir kapısı vardı ve akşam kurt saldırısı olursa köpeğin kapıyı zorlayarak açıp dışarı gitmemesi için kapı sıkı sıkıya kapıtılıyor, arkasına kocaman bir dayanak konarak sağlama alınıyordu.
Bütün olasılık ve varsayımlar aile içinde defalarca konuşuldu. Hayvanın içeri girmesinin ancak bir yolu olabilirdi. Gece yarısı hayvan mezraya gelmiş ve ahır kokusunu alarak evin üstüne çıkmış ve bacadan içeriye atlamış olması dışında hiç bir ihtimal yoktu. Gerçi ahırın bacaları 4 metreden daha yüksekti ve bir dananın oradan içeri atlaması sonucu yara almaması veya sakat olmaması düşünülemezdi ama bütün ihtimaller sonuna kadar zorlandığında başka bir olasılık da kalmıyordu. Hayvan ise oldukça sağlıklıydı. Herhangi bir sakatlık, hastalık veya garip bir davranışı yoktu. Verilen yemleri de iştahla yiyordu.
Evin kapısı akşam olduğu gibi sabah halen kapalıydı. Ayrıca bu gece köpekler dikkat çekecek bir uyarı yapmamışlardı. Dana evin üzerinde gezse veya gece ahıra atlasa bile köpeklerin bunu hissederek havlaması ve bizleri uyarması gerekirdi. Buna bir anlam vermek mümkün olamıyordu.
Şimdi iş bu hayvanın sahibini bulmak ve nasıl kaçıp buraya kadar geldiğini araştırmak gerekiyordu. Başta bağlı olduğumuz köy olmak üzere çevrede bulunan bütün köy ve mezralara ‘’kimin danası kayıp olmuşsa gelip alsın’’ diye defalarca haber salındı. Ama hiç kimseden ses çıkmadı. Köylerde yaşayanlar bilirler. Bir köylünün köyünde tavuk bile kaybolsa ertesi gün bütün köylü bunu duyar. Birinin ineği doğursa herkes bilir. Birini köpek ısırsa yarım saat içinde yediden yetmişe herkes duyar.
O yıllarda köylerde elektrik yoktu. Dolayısı ile TV izleme alışkanlığı yoktu. İnsanlar birbirlerine çok yönlü muhtaçlardı ve bunun en önemli ayağı da diyalog oluyordu. İnsanlar bir birleri ile konuşmak için adeta bahaneler yaratırlardı. Köyde iki defa horoz ötse bu durum köylünün sohbet konusu olurdu.
Günler geçiyor ve ahırda ortaya çıkan dananın sahibi bulunamıyordu. Zaman ilerledikçe çevre köylerden meraklı bazı insanlar danayı görmeye geldiler. Her kafadan bir ses çıkıyor, olaya kudsiyet yükleyen insanlar çoğalıyordu.
Babam yolda para bulsa bile almayacak kadar dürüst bir insandı. Bu dananın sahibini bulmak onun için adeta bir onur sorunu olmuştu ama sahibi bir türlü bulunamıyordu.
Erzincan ve çevresinde yaşayan ekonomik durumu elverişli Aleviler senede en az üç defa kurban kesiyorlardı. Bunlar 1- Kurban Bayramı, 2 – Kerbela yası sonrası Hz. Hüseyin’in soyunun Hz. Zeynel Abidin’in kurtuluşunun şükran kurbanı ve 3- Şubat ayı ortalarında Hızır ayında olmak üzere yerine getiriliyordu. Gerçi bunlar dışında da kurbanlar kesildiği, adaklar yapıldığı oluyordu ama bu üç kurban Alevilerin zorunlu kurbanları oluyordu.
Ailemizde de bu üç kurban kesimi geleneği hiç aksatılmadan günümüze kadar devam etti. Kurbanlıklar aylar öncesinden belirlenirdi. Bu hayvanlara herkes sevecen yaklaşır, onlara oldukça iyi davranır ve bir miktar besili hale gelmesine katkı sunardı.
Bu yılın Hızır ayında kesilecek kurban da belliydi. Ancak sahibi çıkmayan bu dananın ne olacağı aile içinde giderek daha sık konuşulmaya başlanınca evimize gelen misafirler, Seyyitler adeta söz birliği etmişçesine ‘’Bu dana Hızır ayında size geldi. Bunu Hızır’a kurban edin’’ demeye başladılar. Babam ise sahibini bulamayınca çevrenin ortak fikirlerine uyarak bunu Şubat ayında Hızır’a kurban etti.
Dananın sahibi hiç bir şekilde ortaya çıkmadı. Dananın nereden ve nasıl geldiği bir türlü anlaşılamadı. Benim şahsi kanaatim çevredeki bütün köylere haber salınmasına rağmen sahibi bulunamadığına göre bu hayvan olsa olsa karayolu ile hayvan nakli yapılan bir arabadan atlamış ve kurtlara bir türlü yem olmadan kilometrelerce uzaktaki mezramıza kadar gelmiş ve gece ahırın bacasından atlayarak gelmiş olması şeklindedir. Her nasılsa yüksekten atlamasına rağmen yaralanmamış ve sakat olmamıştı. Bu da ‘’Hızır’ın bir lütfu’’ olsa gerektir.
.
Not: Bu yazı daha önce de yayınlanmıştı. Hızır ayı dolayısı ile yeniden yayınlıyorum. K.B.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.